M. Batu KEPEKCİOĞLU : “Her zaman, eleştirel bir pozisyon İçinde farklılık üretme arayışı İçinde olduğumu gözlemliyorum. Konvansiyonları anlayarak onların dışına çıkabilmek, ama farklı olmak İçin farklı olmanın ötesinde gerekli olduğu İçin farklılaşmak.”

İstanbul Render sponsorluğunda bu hafta Dr. Mimar M. Batu KEPEKCİOĞLU’ nun İstanbul’ daki ofisine konuk olduk. Adı daha önce aldığı mimari ödüller ve son zamanlarda mimarlık eleştirisine katkıları ile gündeme gelen KEPEKCİOĞLU ile kendi deyimiyle “çok keyifli bir söyleşi” gerçekleştirdik.

0 4.009
Dr. Mimar M. Batu KEPEKCİOGLU

Batu Bey bize biraz kendinizden bahseder misiniz?

M. B. K: 2003 yılında İstanbul Teknik Üniversitesi Mimarlık Fakültesinden mezun oldum. Yüksek lisans ve doktora çalışmalarımı da aynı üniversitede tamamladım.

Bir mimar olarak, rol modellerim öğrenciliğimin başlarından beri; hem yapan hem yazan, hem çizen Bernard Tschumi, Rem Koolhaas, Aldo Rossi ve Atilla Yücel gibi isimlerdi. Ben de kariyerim boyunca, kuram, eleştiri ve praksis olarak kategorize edebileceğim bu üç alanda, nitelikli üretimler yapmak için olanaklar sağlamaya çalıştım. Örneğin, mimari tasarım pratiğimi sürdürebilmek adına kurucu ortak olduğum farklı birden fazla ofis oldu. Bu ofislerde yaptığımız tasarımların bazıları prestijli ödüllere layık görüldü. Bu süre zarfında İTÜ Mimari Tasarım Doktora Programı’nda akademik çalışmalarımı sürdürdüm ve yakın bir zamanda da tamamladım. Ve son senelerde de yapılar hakkındaki eleştirel düşüncelerimi tereddüt etmeden yazıya dökmeye ve yayımlamaya başladım.

Tabii ki bu üç alanda da belirli bir eşiği geçebilme hedefinin olgunlaşma sürecini geciktirdiği kolayca tahmin edilebilir. Çünkü mimarlığın bu başat alanları, birbirini beslese bile hepsi hayatınızın bir döneminden, azımsanmayacak bir zaman dilimini acımasızca talep ediyor. O yüzden kanımca, pek de hobi olarak yapılacak şeyler değil.

Söz konusu bu alanlar arasında kuram ve praksis insanların akademiden ve piyasadan, daha çok aşina oldukları alanlar. Bunların dışında bir de “eleştiri”den bahsedebiliriz. Eleştiri ise, öncelikle kuram ve praksis alanında derinleşmeyi gerektiriyor. Tabii ki bu bir ön koşul değil ama en azından eleştiri metni yazabilmek için belli bir bir olgunluk gerektiğini söylemek fazla abartılı olmayacaktır. Bu yüzden hem teorik hem pratik üretimleri sindirecek zamana ihtiyaç olduğunu düşünüyorum eleştiri yazabilmek için.

Ofisinizin oluşum sürecini anlatır mısınız?

M. B. K: Kariyerimde kurucu ortağı olduğum iki farklı ofis var: Biri üst üste kazandığımız yarışmalarla başladı diğeri ise iş bazlı ortaklıklarla. Sonrasında da bu ortaklıklar ofis oluşumlarına dönüştü.

Bize yaptığınız işlerden bahseder misiniz?

M. B. K: Çok farklı ölçek ve tipolojilerde tasarımlar yaptım. Tasarım Bienali için bir mimari çizgi-roman hazırlamaktan tutun, restoran iç mekânı, sokak örtüsü, yaya köprüsü, park yapıları, apartmanlar, kültür merkezi, park, toplu konut, kampüsler, kentsel dönüşüm projeleri ve İzmir’in beş ilçesi için hazırlanmış stratejik plana kadar farklı ölçekler ve tipolojiler bulunmakta. Bunların büyük bölümü ise ödüllü projeler idi.

Söz konusu tasarımlara bakınca; her zaman, eleştirel bir pozisyon içinde farklılık üretme arayışı olduğunu gözlemliyorum. Konvansiyonları anlayarak onların dışına çıkabilmek, ama farklı olmak için farklı olmanın ötesinde gerekli olduğu için farklılaşmak. Belirtmeliyim ki buradan da “farklı olmak için farklı olma” yı olumsuz gördüğüm sonucu çıkartılmasın. Sadece benim öyle bir motivasyonum olmadı.

Tasarımlar kadar kuramsal üretimlerimde de eleştirel bakışımın izlerini görüyorum: Doktora tezimin konusu da konvansiyonel mimarlığın eleştirisi idi. Dziga Vertov ve Rem Koolhaas’ın eleştirel söylemlerini inceleyerek konvansiyonel mimarlığı tanımlamak ve eleştirmek için özgün bir kavram türettim: ‘Arki-dram’. Bu eleştirel pozisyon alma alışkanlığım belli bir doygunluk sonrasında kendi işimi eleştirir gibi başkalarının işlerini de eleştirmeye kadar genişledi.

Projelerinizi iç mimari ile birlikte mi projelendiriyorsunuz, iç mimarlık meselesine bakış açınız ve ülkede bu meseleye genel bakış açısı nasıldır?

M. B. K: Çevremdeki çoğu mimar gibi benim de ilk işlerimden biri, bir iç mimarlık işi idi. İç mimari projelendirme konusuna tamamen profesyonel bir bağlamda bakıyorum diyebilirim. Eğer müşteri isterse ya da talep ederse tabii ki iç mimarlık hizmeti veririm. Eninde sonunda profesyonel bir hizmet kalemi, ama talep gelmediği veya ücretlendirilmediği sürece de tasarlamayı gündeme almak gibi bir tutum sergilemem sanırım.

Bir disiplin olarak iç mimarlığın ise ayrı bir duyarlılık ve tasarım alışkanlığı gerektirdiğini düşünüyorum. Bu, mimarlık formasyonu almış birinin, iç mekân tasarımı yapamayacağı anlamına gelmiyor ama nitelikli iç mekân tasarımı yapabilmek için mimarın belirli bir deneyim ve duyarlılığı kazanması zorunlu görünüyor çünkü kullanılan ögeler ve ölçek mimarlığınkine kıyasla daha mikro düzeyde kalıyor. Ve ancak o birikim edinildikten sonra düzgün bir şekilde yapılabileceğini düşünüyorum.

Ülkede ise iç mimarlığın nasıl bir meselesi var ona çok hâkim değilim ama şunu söyleyebilirim ki mimarlıktan daha fazla talep gören, daha dayanıklı bir hizmet alanı sunuyormuş gibi görünüyor.  Şu günlerde içinden geçtiğimiz kriz bize bunu söylüyor çünkü şu an mimarlık ofisleri kapanırken iç mimarlık ofisleri iş almaya devam ediyor, mimarlar ise ofislerini ayakta tutmak için iç mekân ve mobilya tasarımları yapıyor. Bence bunun sebebi sadece iki sektör arasındaki ölçek ve bütçe farkı kadar işverenlerin iç mekân tasarımını bir tasarımcıdan talep etme alışkanlığının da daha yaygınlaşmış olması.

İşinizin zorlukları ve güzelliklerine değinecek olursak bu konuda neler söylemek istersiniz?

M. B. K: Zorlukları konusunda ulusal ölçekte iş yapmış biri olarak aslında herkesin gözlemlediği çok temel bir sorunsaldan bahsetmek mümkün.

Mimarlık hizmeti toplumun genelinde talep edilmiyor, özellikle de orta sınıfı kastediyorum. Çünkü zaten alt sınıfın bu hizmeti satın alması, başta ekonomik sebeplerden dolayı mümkün değil. Üst sınıf ise talep edecek kültürleri olsa bile yeterli hacmi yaratamıyor. Devlet ve yerel yönetimler ise yeteri kadar bilinçli bir şekilde mimarlık hizmeti seçmiyor ya da seçemiyor. Burada bence sektörü ayakta tutacak orta sınıf ve küçük sermaye sahibi girişimciler. Onlar ise çoğu zaman ne mimara ne de onun verdiği hizmete saygı duymuyormuş gibi görünüyor.

Sizin için en özel projeniz hangisidir?

M. B. K: Müellifi olduğum her projenin ya morfolojik ya tipolojik ya programatik ya da tektonik açıdan farklı sözleri olsun isterim her zaman. Bazen bu söz daha güçlü çıkıyor bazen istemesek de cılız kalabiliyor.

Bu bağlamda sözü daha kristalize olan projeler arasında ‘Tek Saflı Cami ve Mescit’, ‘Umumi Tuvalet’ ve ‘Topkapı Yaya Köprüsü’ bir adım daha öne çıkanlardan. Son dönemde katıldığımız yarışmalar ise farklı duyarlılıkları kristalize etmek iyi fırsatlar oldu.

Nil Aynalı Eğler ile geliştirip Volkan Taşkın ile tasarladığımız ‘Tek Saflı Mescit’, İslam mimarisi geleneğinde ibadet mekânlarının tipolojik, tektonik ve morfolojik alışkanlıklarını kırdığımız bir öneri idi. Behruz Çinici’ nin cami okumalarından ilham alarak oluşturduğumuz bir cami konseptini, küçülterek bir mescide çevirdik. Bilindiği gibi cami müminlerin saf tutarak bir arada namaz kıldığı bir yapı ve burada safların olabildiğince uzun tutulması çok önemli. Fakat özellikle Osmanlı coğrafyasında, bu duyarlılık; gittikçe azalıyor. Buradan yola çıkarak safları olabildiğince uzun tutabileceğimiz bir şemayı geometrik açıdan uca götürdük ve ‘çok saflı’ olmaya programlanmış geleneksel mekân kurgusunu, safları teke indirerek ‘tek saflı’ olacak şekilde yeniden düzenledik. Böylece önerimizde kadın ve erkek yan yana aynı safta, mihraba yakın olmanın sevabını da kazanarak namaz kılabiliyordu. Mihrap duvarında ise geçirgenliği barındıracak ama fiziki mevcudiyetini ortadan kaldırmayacak perfore bir metal yüzeyle Behruz Çinici’nin cam mihrap duvarı çözümünü yeni bir yorumla çeşitlendirdik. En sevdiğim projelerden biri idi ve o projeyle Ali Cengizkan, Celal Abdi Güzer, Erkut Şahinbaş, Nevzat Sayın, Yeşim Hatırlı’nın içinde olduğu seçici kurul tarafından 2015 yılında ilk defa verilen Turgut Cansever Ödülü’ne de layık görüldük.

Tek Saflı Mescid Projesi

Volkan Taşkın ve İpek Baycan ile tasarladığımız ‘Umumi Tuvalet’ projemiz ise; çok alışıldık çözümleri olan ve neredeyse mimari bir tasarım nesnesi olarak bile görülmeyerek küçümsenen bir yapı tipi olan umumi tuvaletin yeniden yorumu idi. Bildiğiniz gibi hep bir kutu olarak başlayan ve biten, el ucuyla tasarlanan projeler ‘umumi tuvalet’ projeleri, ki Kadıköy’de bunun çok güzel bir istisnası da -GAD tarafından tasarlanmış olan- var. Projemizde, kadın ve erkek bölümlerini birbirinden ayrı hacimler içinde aralık bırakarak farklı bir kütle organizasyonu ile yeniden yorumladık ve dışı olmayan bir servis kutusundan çıkartarak evcil bir bekleme alanı olarak mekansallaştırdık.

Umumi Tuvalet, Diyagram

Diğer bir proje ise İBB’ nin açtığı ulusal yarışmada birincilik ödülüne layık görülen Bora Özkuş ve Rivka Geron Schild ile tasarladığımız Topkapı Yaya Köprüsü önerimiz. O öneride de, tam anlamıyla metropoliten bir eşikte, kaotik bir alanda bütünleştirici plastiği ile akıcı ve heykelsi bir strüktür geliştirdik. Bu strüktür yaya geçidi olmanın ötesinde farklı programlar da barındırıyordu. Özellikle alışıldık geçiş rotasının değiştirilmesiyle yolun üstünde kıvrılarak bir metrobüs durağına ve yolun diğer tarafında ulaştığı parkın kıyısında da düğümlenerek bir kafeye ev sahipliği yapıyordu, bu park ise neredeyse hiçliğin ortasında idi.

 

Köprü Projesi

Geçen sene Selen Aksoy ile tasarladığımız Kore Savaşı Anma Alanı ve Ziyaretçi Merkezi ise ağırlıklı olarak atmosfer nosyonu üzerine odaklandığımız bir tasarım. Projenin odağında yer alan, çevresinden kasıtlı olarak yalıtılmış “Sonsuzluk Bahçesi”, tıpkı Türkiye’den 70 yıl önce Kore’ye savaşmaya giden ‘fidanlar’ gibi 70 yıl sonra Kore’den gelecek ‘mugunghwa’ (sonsuzluk çiçeği) fidanlarının dikildiği anıtsal bir bahçe olarak kurgulandı.

Kore Savaşı Anma Alanı ve Ziyaretçi Merkezi Projesi
Kore Savaşı Anma Alanı ve Ziyaretçi Merkezi Projesi

Son dönemde Neslihan Avşarlıgil ve Fulya Eliyatkın ile katıldığımız İTÜ İşletme Fakültesi Proje Yarışması için geliştirdiğimiz öneride ise, var olan çok-katmanlı bir çevre ile diyalog kurma girişimi ön plana çıktı. Bu bağlamda hem kampüs içinde var olan tarihi binaların neo-klasik tektoniği ve anıtsal ölçeğini, hem de kentin sokak dokusunu bünyesinde barındıran çok-katmanlı bir yapı önerdik.

İTÜ İşletme Fakültesi Yarışma Projesi

 

İTÜ İşletme Fakültesi Yarışma Projesi

Ulusal yarışmalardan aldığınız birden çok ödüller var. Yarışmalarla ilgili neler söylemek istersiniz?

M. B. K: Yarışma konusunda hem olumlu hem olumsuz görüşlerim var. Her şeyden önce şunu söylemem gerekiyor ki yarışmayı her derde deva, mucizevi bir yöntem ya da çözüm olarak göremiyorum.

Yarışma ihaleden iyi ama iyinin kötüsü diyebilirim ki burada ‘kötü’ den kastım da ihale. Yarışmalar resmî kurumların çok kısıtlı doğrudan temin bütçeleri dışarıda bırakılırsa ihale yöntemine tek alternatif iş verme biçimi gibi görünüyor maalesef. Fakat göz ardı edilen çok temel sıkıntılar var.

Yarışmalarda öncelikle gözlemlediğim farklı yaklaşımların anlaşılmama ya da kabul görmeme olasılığı göz önünde bulundurularak risk alınmıyor ve bu da ister istemez vasatlık üreten bir tasarım döngüsünü tetikliyor. Doğal olarak yarışmacılar da bu duruma adapte olup risksiz önerilere yöneliyor ve tasarım sürecinde bir çeşit otosansür uygulayarak yaratıcı önerilerini iğdiş ediyorlar. Burada risk taşıyan yaklaşımlar ise önceki yarışmalarda kazananları kaybedenleri inceleyerek tespit ediliyor. Doğal olarak kazanan projeler sonra kazanacak projelerin, tavırların habercisi olarak görülüyor. Böylece yarışmaların kendi gerçeklikleri oluşuyor. Siz de jüri raporlarını incelerseniz son 10 senede tekrar eden yaklaşımları, formülleri, nelerin trend olduğunu rahatlıkla görebilirsiniz.

İkincisi ise; yarışmaların sipariş üzerine yapılan tasarım sürecine has, ikna edebilme fırsatlarını barındırmıyor olması ki buna kademeli yarışmaları da katabiliriz ve bu bağlamda da aslında yarışma sipariş yöntemini ikame edemez. Yarışmalarla ilgili olarak gözlemlediğim en çok gözden kaçırılan durum da bu. Çünkü yarışma sadece bir seçme değil aynı zamanda siparişten farklı bir tasarım sürecini de dikte ediyor. Ve bu tasarım süreci yarışmaya katılanları riskli olmayan mimari öneriler geliştirmeye itiyor. Bunun sebebi ise jüri ile bir müşteriyle görüşüyormuş gibi görüşmüyorsunuz, tasarıma başlangıç fikrinin gelişim süreci yassıltılıyor. Şartnameyi alıyorsunuz ve arada hiç görüşmeden bitmiş bir avan projeyi götürüyorsunuz. Bu yüzden de alternatif olarak ortaya koyabileceğiniz “riskli” tasarım yaklaşımları, belki ısrar edip müşteriyi ikna edebileceğiniz ve toplantılarda baştan çıkartabileceğiniz ara sunuşlar yok yarışma sürecinde.

Yarışma, ekonomik açıdan da sıkıntılı. Yarışmayı açan kurum birçok ekibin emeğini talep ederken, birini seçerek harcanan toplam emeği de çöpe atıyor. Bu açıdan çok verimsiz buluyorum. Kaldı ki bu verimsiz emek talebi karşılığını verip çok yaratıcı işlerle süreci ödüllendirilse idi; yine de savunulabilirdi. Ama bu da yapılmıyor. Ülkedeki işçilik kalitesinin düşüklüğünden “sadece akmayacak, kokmayacak, rahat uygulanabilecek” “odun gibi yarışma projeleri” öne çıkıyor.

Bütün bunlara rağmen son kertede kabul etmek gerekiyor ki seçim süreci ihaleden ya da siparişten çok daha şeffaf ama bu da hala yarışmanın sorunlu bir yöntem olduğu gerçeğini değiştirmiyor. O yüzden yarışma da dahil olmak üzere bütün bilindik yöntemlerin dışında yeni iş verme yöntemlerine ihtiyacımız var, “bütün kamu binaları yarışma ile yapılsın!” demek yerine…

Son katıldığınız İTÜ İşletme Yarışması ile ilgili genel olarak yorumlarınızı öğrenebilir miyim?

M. B. K: Özellikle birinci seçilen projeye bakınca yarışmanın tam anlamıyla bir uzlaşma zorunluluğuna kurban gitmiş olduğunu görüyorum ve maalesef sadece bu yarışmaya özgü münferit bir sorun da değil, kronik bir durum. Özellikle de buradaki gibi çok farklı duyarlılıkları olan mimarlardan oluşmuş jüri kompozisyonları olduğunda, seçilen işler ister istemez mimari açıdan “karaktersiz” oluyor, ödül grubundaki diğer önerilerle karşılaştırınca. Çoğu zaman birinciler sanki kimsenin birincisi olmayan ama üzerinde uzlaşmak zorunda kaldıkları için seçtikleri bir proje gibi duruyor. Böyle bir durumda belki de daha karakterli işlerin çıkabilmesi için artık benzer duyarlılıklara sahip insanların kompozisyonundan oluşan jürilerin seçilmesi gerekiyor. Bu noktada jüri seçecek komisyon da en azından bu tavırları okuyabilecek kadar güncel mimariyi takip ediyor olmalı.

Peki meslek hayatım boyunca mutlaka bir … (alışveriş merkezi, okul, bar) tasarlamalıyım dediğiniz bir yapı tasarımı var mıdır?

M. B. K: Bu soruya verecek ilginç bir yanıtım yok aslında, çünkü ücrette anlaşırsak her şeyi tasarlarım ve onları ilginç kılan da günün sonunda bir mimar olarak benim tasarımlarım olmalı. Ama soruyu şöyle sorarsak ilginç bir cevap verebilirim sanırım:” Hiçbir zaman tasarlamak istemem dediğiniz bir yapı var mı?”. Evet: Özellikle İnsanları, hayvanları, ormanları yerinden eden kentsel dönüşüm projeleri, ekolojik dengeyi sarsan büyük çaplı projeler, estetik anlamda tahakküm uygulayan sembolik yapılar, tarihi değeri olan yapıların yıkılmasına yol açan projeler.

Çok güzel bir noktaya değindiniz. Sormaya alışageldiğim bu soruya aslında -sizin bakış açınızla- bir mimarın her fonksiyonda yapıyı -belirli şartlar çerçevesinde- yapabileceğini belirttiniz ve yapmak istemem açısından baktınız. Peki bu, lüks bir yaklaşım değil mi günümüz koşullarında?

M. B. K: “Lüks” derken kastettiğiniz yakalanması ender bir fırsat olarak sanırım… Başarı oranı ne kadar düşük olsa da denemek gerekiyor, o yüzden proje sürecinin başlangıcında çıtayı yukarıda tutmalı. Çünkü zaten çıta çok aşağı çekilecek süreç içinde. O yüzden sene içinde geliştirilen projelerden biri bile vasatlaşmadan sağ kalırsa çok iyi.

Mimarlık mesleği ve kişinin karakteri konusuna nasıl bakıyorsunuz, sizce meslekte başarı için yetenek ve bilgiden bağımsız olarak bir mimar için olmazsa olmaz özellikler nelerdir?

M. B. K: Mimar olmak için böyle bir durumun söz konusu olduğunu düşünmüyorum. Bir şekilde herkese iş var sektörde, en azından kriz yokken öyleydi. Diğer taraftan “mimar” olmak için değil ama “iyi bir mimar” olmak için çok temel özellikler var: Çalışkan ve zeki olmak, yüksek odaklanma becerisi, istikrar ve ilgi. Çok çok iyi bir mimar olmak için ise bunlara ek olarak; yoldan çıkma ve yeni yollar açma cesareti gerekiyor diyebilirim .

Proje sürecinde en çok keyif aldığınız an veya anlar hangileridir?

M. B. K: En çok keyif aldığım ya da beni heyecanlandıran, tasarım sürecindeki ‘buluş” ya da “Evraka” an’ı… Yani proje süreci başladıktan sonra ortaya koyduğunuz morfolojik, tipolojik, programatik, estetik dertlenmelerin ve hissettiğiniz ama bir türlü kristalize edemediğiniz yanıtların birbirleriyle ilişkiye girerek anlamlı bir mimari fark yaratması, diyebilirim. Tabii mimari tasarım inşa edilince artık binaya dönüşüyor ve Koolhaas’ın dediği gibi “ikinci hayatı başlıyor”. Bu noktada belirtmeliyim ki “anlamlı” derken kastettiğim hiçbir zaman “hakikat” değil. Çünkü “anlam” bulunan değil, üretilen diğer deyişle uydurulan bir mefhum. Tıpkı Deleuze’ün “Felsefe Nedir?” sorusuna verdiği yanıttaki gibi mimarın kipi de felsefecinin kipi gibi; özenli ve rafine bir uydurma eyleminden geçiyor.

Peki, bu eylem içine henüz giren ya da girecek olan, kariyerini şekillendirme aşamasında olan genç mimar ve mimar adaylarına neler söylemek istersiniz?

M. B. K: Ne istediklerine neyi yapmaktan vazgeçemediklerine karar vermeliler. Böyle bir sorgulamaya başlamak için ise rol modellerini belirlemek iyi bir başlangıç. Kim gibi olmak istiyorlar mesela onun üzerine düşünmek de iyi bir yöntem. Sonra o kişinin meslek hayatına baktığında çekici geliyor, o kişi formasyonunu nasıl şekillendirmiş, hangi süreçleri barındırıyor gibi analizler etmek gibi bir yöntem olabilir akıllarında hiçbir ipuçları yoksa…

Kısaca bütün hayatları boyunca vazgeçemedikleri şeyleri, önceliklerini kendilerine dürüst bir şekilde söylemeleri ya da keşfetmeleri gerekiyor. Bunu bulduktan sonra farklı kariyer izlekleri çizilebilir.

Piyasaya girmek isteyen mimarlar; uygulanmış yapıları ya da lüks içinde konforlu bir hayatı hedeflerine koyabilirler. Hele bir de varsıl bir çevreleri varsa, çok daha rahat şekilde ulaşabilirler bu hedeflerine. Diğer taraftan eğer tasarlamaktan zevk alıyor ve tasarlamayınca mutsuz oluyorlarsa ama varsıl bir çevreleri yoksa da yılmadan ve çok beklentiye girmeden çalışmaya devam etmeleri gerekiyor.

Kuram konusunda ise doktora yaparak akademik bir kariyere dönüştürebilirler bu ilgilerini. Kuram sadece okumaya indirgenmemeli, disipline edilmiş bir yazım alışkanlığı ve ilgisinden bahsetmeliyiz. Ayrıca tartışmak, sizden çok daha fazlasını bilen insanlarla tartışmak gerekiyor. Aynı şeyi tasarım için de söyleyebiliriz. Mümkünse bir ustanız olsun, ustanız yoksa arkadaşlarınızdan öğrenmekten çekinmeyin. Tabii kuram için arkadaşlarınızdan öğrenin demem pek mümkün değil, mümkünse hocalarınız olsun. Ve mimarlık dışında, sosyoloji, felsefe, sanat, teknoloji gibi alanlarla da o ilgiyi çeşitlendirmek gerekiyor.

Eleştiri ise yukarıda bahsettiğim gibi kuram ve tasarımı sindirdikten sonra otosansürün de kalkmasıyla girişilecek biraz da cesaret isteyen bir iş. Dünya’da da mimarlık için söylememiz gerekirse nesli tükenen bir üretim alanı. Nitelikli yazarlar var, ama çevrede sevilen bir figür olmanız ne İsa’ya ne Musa’ya yaranmanız mümkün değil. Bu, onurlu bir yalnızlığı tercih etmek demektir. Eleştiri bilgisi, kuram açısından bilimsel sayılmazken, tasarım o olmadan da yapılamıyor ve ona bağımlı olduğu için asalak gibi görülüyor. Ama bu üçü aslında epistemik bir üçgen. Tasarım eleştiriliyor, bu eleştiri kuramda paradigmatik kırılmalara yol açıyor, kuram tasarımı etkiliyor. Sonra tekrar tasarım, eleştiri, kuram döngüsü mimarlıkta dönüşümün dinamiği oluyor.

Medyada mimarlık tartışmalarına PR konuşmalarından öteye gitmiyor gibi bir eleştiriniz var? Sizce nasıl bir mimarlık medyası olmalı? Medya ve mimarlığa bakış açınız nedir?

M. B. K: Bir retorik soru ile yanıtlamaya başlayayım: Sizce mimarlık medyası PR’ ın ötesine gidiyor mu?

Bence sorun PR (public relations / halkla ilişkiler) yapılması değil. Sorun, sadece PR yapılıyor olması ve onun dışında da istisnai metinler haricinde eleştiriye yer verilmiyor olması, hatta sansürlenmesi ki benim de başıma Mimarlık Dergisi’ nin daveti üzerine yazdığım bir eleştiri yazısının olmayacak revizyonlar istenmesiyle dolaylı olarak yakın bir zamanda geldi. Övseniz kimsenin gıkı çıkmayacakken, yerince kıyamet kopuyor. Hemen metin didik didik ediliyor. Kurgusal, kuramsal argümanlar geliştiriliyor ve eleştiri disipline edilerek uysallaştırılmaya çalışılıyor. Ama insanlar bundan çok sıkıldı bence, bu PR dilinden de rejiminden de bu rejimin hegemonyasından da…

Hatta okurlar PR için yazıldığı her kelimesinden, hatta klişe giriş ve sonuç cümlelerinden belli olan “hoşsohbet”, “çok keyifli” proje değerlendirmelerini bir görüşte tanıyacak medya okur-yazarlığına da sahip oldu. Ve kanımca aşırı derecede de sıkıldılar bu PR değerlendirmelerinden… Neredeyse yazandan, editörden, üç beş arkadaştan ve proje müellifinden başka kimsenin okumadığı metinler üretiliyor.

Ama hem meslektaşlarım hem de medya sektörü çalışanları mimarlığı hala böyle sevdirebileceklerini düşünüyorlar ve de yanılıyor. Artık günahı ve sevabı ile çata çat mimarlık konuşmak gerek, küçük bir kısmın halihazırda yaptığı gibi… Gerekiyorsa yerden yere vurmak lafı çevirmeden çünkü her şey çoğu zaman apaçık ortada zaten. Benim gördüklerimi zaten insanlar da görüyor. Bu yüzden artık biz de yapı ve proje eleştirilerine yönelik “binaların hiç yapılmamasından iyidir” cilikten de, “zaten az bina yapılıyor” culuk gibi hatırlatmalardan ve ön şartlardan da kurtulalım derim, “binaları eleştirelim ama olumlu olsun” cuları ya da “nötr eleştiri yapın”cıları hiç saymıyorum bile…

Alternatiflerden biri, meslektaşlarımızla konuşurken mimari terminolojiye başvurduğumuz proje sohbetlerindeki gibi, projeleri medyada tartışmak, değerlendirmek ve mimar olmayanlara da bu jargonu açarak sahiplenmelerine fırsat vermek. Belki o zaman insanlarla daha rahat mimarlık konuşabileceğiz ve konuştukça da işverenlerin mimarlardan daha “kaliteli” mimarlıklar talep ettikleri, kolaya kaçtığımızda da bizi uyardıkları bir tasarım süreci oluşabilir… Belki…

Değerli düşüncelerinizi paylaştığınız ve bize vakit ayırdığınız için çok teşekkür ederim.

M. B. K: Ben teşekkür ederim… “Çok keyifli bir sohbet oldu”…

Yorum Bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.