İGLO Mimarlık: “İglo, hem felsefi olarak hem de fiziki olarak sorundan çözüm üretme sanatıdır”

0 6.860


Bize biraz kendinizden ve İglo Mimarlık ofisinin kuruluş hikâyesinden bahseder misiniz? Ofis açmaya nasıl karar verdiniz? Bu süreçte deneyimlediğiniz zorluklar neler oldu ve bunların üstesinden nasıl geldiniz?

Z. K. : 1986 yılında Kabataş Erkek Lisesi’nden mezun olduktan sonra, aynı yıl Yıldız Teknik Üniversitesi Mimarlık Fakültesi’ne başladım. 1991 yılında mezun olup, öğrenciyken başladığım MTM Mimarlık’ta Mimar Saim Çil ile 5 yıl çalıştım. Askerlik sonrası Ada Mimarlık bünyesinde 5 yıl daha çalıştıktan sonra mesai arkadaşım Esen Akyar’la 1999-2000 yılları arasında birbirimize destek de olarak ayrı ayrı freelance çalışmaya başladık. 2001 yılı sonlarında işbirliğini ortaklığa dönüştürerek İglo Mimarlık’ı kurduk. 2003 yılının sonlarında da hayatlarımızı da birleştirerek iki kız çocuklu bir aileye sahip olduk.

İglo’yu kurduğumuz yıllarda Bodrum‘da müstakil ev projeleri yapmaya başladık. 2002 yılında bir Fransız otomotiv şirketine Gebze’de fabrika binası tasarladık. Aynı yıllarda Türkiye’de yeni yeni canlanan fast food sektöründen de tasarım istekleri gelmeye başladı. Bodrum’daki projeler yeni müşteriler getirmeye başlayınca büyüyen ve bizi içine doğru çeken bu dünya gelecek beklentilerimizi sorgulatmaya başladı. Gelen talep patlaması İstanbul’dan yönetebileceğimizin üstünde olduğu için Bodrum’a yerleşme ya da İstanbul’da kalma kararı üzerine düşünmek zorunda kaldık. Mimarlıkla ilgili hedeflerimize ulaşabilmek için İstanbul gibi büyük bir şehirde mücadele etmemizin yorucu ve riskli olsa da daha doğru olacağını düşünerek Bodrum fırsatlarını geri çevirip İstanbul’da mesleği sürdürme kararı aldık. Bu karar sonrası ofisimizde ağırlıklı olarak dekorasyon ve fast food-kafe projeleri gerçekleştirdik. 2004 yılından itibaren ekonomik krizden çıkmaya başlayan Türkiye’de sanayi alanında yoğun bir hareketlenme başladı. İlk yıllarda yaptığımız fabrika, emsallerinin arasında dikkat çekerek yabancılar ağırlıklı olmak üzere, yabancı ve Türk ortaklı yatırımcıların dikkatini çekmeye başladı. Nitelikli sanayi yapısı talepleri bu yıllardan itibaren gelmeye başladı. 2007 yılında çağrılı bir yarışma olan Logipark projesini kazanınca 270.000 m2 araziye sahip, Türkiye’nin ilk ve en büyük lojistik park projesini gerçekleştirme fırsatımız oldu. Sonrasında da 100.000 m2 üstü projeler için talep almamız kolaylaştı.

Bu arada, ofisin çalıştığı iç mekan ve yemek sektörüne ait projelerin iyice hızlandığı 2008 yıllarında, yine ofisin geleceğine ait stratejik bir karar vermek durumunda kaldık. Çok yakın ilgi isteyen iç mimari projeler ve ölçeği giderek büyüyen mimari projeler arasında zorlayıcı bir çatışma oluşmaya başladı. Her iki tarafın yoğun zaman ve ilgi talebi karşısında mimari projeler tarafı ağırlık kazandı. Sadece kendi yapılarımızın iç mimarisini yapma kararı alarak bunca yılın emeğiyle çalıştığımız iç mimari alanından çıktık. Sonrasında beklediğimiz gibi gerçekleşen gelişmelerle mimari alanda yoğunlaştık. Büyük ölçekli iç mimari proje talepleri ya da kıramayacağımız eski müşterilerimizin özel talepleri dışında iç mekan projeleri eski ağırlığını bizim için kaybetmiş durumda.

Mimarlığı seçmenizdeki etkenler nelerdir?  Meslek seçiminizin önce ya da sonrasında farklı bir meslek düşünceniz oldu mu?

Z. K. : Aslında ben mimar olacağım diye bir karar vermedim. Tüm aile bireylerinin makina mühendisi olduğu yakın aile dostlarımız vardı. Onlara çok özeniyordum. Lise yıllarım boyunca makina mühendisi olmak istedim. Mesleği tanımadığım için de tekne, araba tasarlayacağımı zannediyordum. Aynı mesleğe sahip bu ailenin babadan çocuğa tümü Kabataş Lisesi mezunuydu ve ben de orada okuyordum. Dolayısıyla onları yakından takip ediyordum. Okulun aynı zamanda karikatüristi olduğumu ve iyi çizim yaptığımı da biliyorlardı. “Sen mühendis olursun, isteklisin; ama mimar olmalısın, yeteneklisin” diye sürekli beni etkilemeye çalışıyorlardı. Üniversite sınavı öncesinde de tercihime mimarlık yazmam için çok ısrarcı oldular. Baskıya dayanamayıp bir tane mimarlık bölümü yazıp geçtim. Boğaziçi Üniversitesi ya da İstanbul Teknik Üniversitesi Makina Mühendisliği bölümünü beklerken Yıldız Teknik Üniversitesi Mimarlık Bölümü’nü kazandığımı öğrendim. Müthiş şok, üzüntü ve sebep olanlara kızgınlık derken kayıt yaptırmayıp seneye tekrar sınava girme kararı aldım. Yine aynı aile, “bir iki hafta okula git ve gör, sonra bırakırsın” diye beni ikna etti ve kaydımı yaptırdım. Daha okulun ilk haftasında bu işin bana en uygun meslek olduğunu anladım. O günden beridir de o insanlara minnettarım. Özetle benim mimarlık serüvenim tam bir direkten dönme hikayesidir.

Ofisinizin ismi ve ofis felsefeniz hakkında neler söylemek istersiniz? Tasarım sizin için ne ifade ediyor? Sizce iyi nitelikli bir tasarımın en önemli kriteri veya kriterleri nelerdir?

Z. K. :  İglo ismini seçmemizin nedeni, aslında hayat görüşümüzü yansıttığı için. Ortamı bir canlı için zor yaşanır kılan malzemeden, yani kardan çözüm üreten bir yapı türüdür İglo. Hem felsefi olarak hem de fiziki olarak sorundan çözüm üretme sanatıdır. Biz de konuya başlarken çözüm isteyen öncelikleri tespit etmeye çalışırız. Tüm veriler doğru bir biçimde belirlenince; çözümleri fonksiyon, estetik ve hayat algımızla harmanlayıp sonuca ulaşmaya çalışırız. Her yapının; yeri, kullanıcı profili, programının gerekleri, iklimi, yönü, kültürü gibi yığınla dikkat edilmesi gereken girdisi gözden kaçırılmadan dikkatlice incelenmeli ve doğru sorularla doğru cevaplara ulaşılması sağlanmalı. “Muhakkak daha iyisi vardır” arayışı ve “Çözüm, sorunun içinde” anlayışı bizi iyi tanımlayan ifadeler.

Yapılarda enerji verimliliği, sürdürebilirlik ve doğru kaynak kullanımı, önemsediğimiz konuların başında geliyor. Herkesin her ölçekte dünyamız için yapabileceği çok şey var. Bu konuda özellikle mimarlara çok görev düşüyor.

Teoride sayabileceğimiz bu nitelikleri pratikte uygularken ne gibi handikaplarla karşılaşıyorsunuz?

Z. K. : Ülkemizde neredeyse her türlü teknolojiye ve malzemeye ulaşabiliyorsunuz. Fakat en önemli eksiğimiz nitelikli işçilik. Estetik ya da fonksiyon adına yapıyı biraz zorlamak, risk almak anlamına geliyor. İddialı çizgiler kötü işçilikle yapılmaya çalışıldığında sonuç içler acısı olabiliyor. Para ve emekler boşa gittiği gibi cesaretiniz de kırılabiliyor.

Ekip yapınızdan bahseder misiniz biraz. Kaç kişi yer alıyor bu ekipte? İş bölümünü neye göre ayarlıyorsunuz?

Z. K. : Portfolyomuzdaki işlerin çap ve sayısına bakıldığında beklenenden küçük bir ofis yapımız var. Bu baştan kurgulanmış bir senaryo. Biz S.A.T komandoları gibi bir bottaki az sayıda üstün yetenekli askerler gibi olmayı istedik.  Çok fonksiyonlu, esnek ve vurucu bir tim. Temel olarak sabit beyin kadroya sahip, gerektiğinde işbirliğiyle büyüyen ve kriz gibi küçülme gerektiren ortamlarda sırtında yük taşımak zorunda olmayan esnek yapılanma temel kurgumuz.

Buradaki sıkıntı, çalışan sayısı yüzleri geçen rakiplerimizle aynı kalitede işler ortaya koyabileceğimizi işverenlere baştan anlatmak oluyor. Büyük yapılanmalarda bile en fazla bizim ofis kadar bir ekibin bir projede çalışabileceğini, hatta bu ekiplerin çoğu zaman bizim kadar kalifiye olamayabileceği konusunda ikna etmek işin zor kısmı. Sonrasında butik bir çalışma ile kurumsal sonuçlar alınabildiğini görüp farklı işlerini de zorlanmadan verebiliyorlar. Bu arada şu anki takımımız beş mimar ve iki endüstriyel tasarımcıdan oluşuyor. Endüstriyel tasarım grubu özellikle işlerin final kalitesinde çok etkili oluyor.

Yeni bir projeye başladığınızda nasıl bir süreç izliyorsunuz? Projelerinizi şekillendirirken temel aldığınız unsurlar nelerdir?

Z. K. : Yeryüzünün herhangi bir parçasına koyduğunuz herhangi bir yapıyla, çevrenize ve insana karşı sorumluluk alıyorsunuz. Yapının kullanıcısının isteklerine cevap bulmanın yanı sıra;  çevresine, doğaya ve hatta önünden geçen insanlara bile bir şeyler katabilmeye çalışmak gerekir. Yapı planlanırken fonksiyon şemasının gereklilikleri yanında; bulunduğu iklim, doku, coğrafi konum, kültürel veriler, kurulu çevre gibi unsurların hepsi referans noktası olabiliyor. İşin doğrusu fısıldamak bir yana bas bas bağırıyorlar.

Hem Türkiye’de hem yurt dışında projeler yapan bir ofis olarak Türkiye ile yurt dışı arasında mimari ve mimari yaklaşım açısından ne gibi benzerlikler ve farklılıklar gözlemliyorsunuz?

Z. K. : Genel bir bakışla Türklerin bireysel olarak dünyada pek çok konuda başarılı olabildiğini görüyoruz. Ama toplum olarak aynı başarıyı gösteremiyoruz. Ülkemizde yetişmiş çok nitelikli mimarlar olsa da, Türk mimarlığı diye bir stilin oluştuğunu düşünmüyorum. Bireysel başarılar bütünü etkileyemiyor. Mimarlığı bir toplumun kültürü oluşturur, sadece mimarlar değil. Zira mimarlar da o toplumun bir parçasıdır ve bu organizmadan beslenir. Vizyon sahibi yatırımcılar ve iyi mimarlar karşılaştığında çok nitelikli işler elde edilebilse de, genel anlayış olan rant odaklı bakış iyi mimarinin en büyük engeli. Toplum seviyeli mimariyi talep etmezse mimar da kendini geliştiremez.  Mimar seçilirken mimarisinin seviyesi yerine mensup olduğu topluluklara, ilişkilerine göre seçim yapıldıkça da sonuç pek değişemez. Sayıları gittikçe artan ve kaliteyi hızla düşüren özel okullar ve eğitim seviyesine müdahale edilemezse de çıkış yolları iyice tıkanacak diye düşünüyorum. Gündem modayı takip ediyor, genel geçer beğenilere sahip. Mimarlar da bu ateşe odun attıkça Türk mimarisinin geleceğinden fazla umutlanamayız.

Birçok farklı tipolojide başarılı projeye imza atıyorsunuz; ancak daha çok sanayi ve lojistik gibi çevre dostu endüstri yapı tasarımlarında yer alıyorsunuz.  Bu tarz projelerin tasarım süreçlerinde neleri dikkate alıyorsunuz? Ne tür dinamikleri bulunuyor?

Z. K. : Yeşil bina prensipleri, fonksiyon şeması çözümünde operasyonu hızlandıracak akılcı çözümler, zaman ve enerji tasarrufları, çalışanlara yönelik konfor ve sosyal şartların artırılması gibi unsurları temele alıyoruz. Bulundukları çevreye ve sektöre örnek yapılar olmalarını önemsiyoruz

Yaptığınız projelerle uluslararası arenada ödüller alan, projeleriyle fark yaratan bir ofissiniz. Sizce İglo Architects ve ekibinin farkı nedir?

Z. K. : Biz büyük-küçük her projemiz için usanmadan bir öncekinin diğerlerinden daha nitelikli olması adına çabalayıp duruyoruz. Birilerinin bu çabayı görüp değer vermesi boşa kürek çekmediğimizi hissettiriyor. Bu da motive edici bir durum.

Kariyerini şekillendirme aşamasında olan genç mimar ve mimar adaylarına neler söylemek istersiniz?

Z. K. : Rant hedefli yapılaşma anlayışı, insan ihtiyaçlarını karşılama önceliğinin üstünde daha çok para ve kâr etmeyi hedefliyor. En fazla metrekareyi üretmek, en hızlı, en karlı projeyi verenle çalışmak; birbirine benzeyen, mat ve ruhsuz yapılaşmaya sebep oluyor. Bu anlayışa teslim olmadan doğru örnekleri verme yöntemlerini bulmak, mimara düşen çok önemli bir görev. Zira bu yapıların içinde yaşamlar yaşanıyor. Daha sağlıklı, mutlu, umutlu yaşamlar da mimarlar tarafından doğru planlanmış bir çevrede, doğru planlanmış yapılarda yaşanabilir. Meslek hayatları boyunca bunu akıllarından çıkarmamalılar.

Bugüne kadar gerçekleştirmiş olduğunuz projeler arasında sizi en çok heyecanlandıran, etkileyip yansıttığını düşündüğünüz proje veya projeleriniz nelerdir? Bu projelerinizin şekillenme sürecini biraz anlatır mısınız?

Z. K. : Fransız firmasına yaptığımız ve 4.5 ayda bitmesi gereken ilk fabrika binamız, sonrasında yaptığımız Türkiye’de ilk ve en büyük olan lojistik park, hemen ardından mimari büro elinden çıkmış ilk çimento fabrikası hep tansiyonlu ve heyecanla çalışılan işlerimizden oldu. Konteynır kasalarından tasarladığımız AR-GE binası, ilk yeşil sertifikalı bina, mahalle ölçeğinde göletli evler, Avrupa’nın en büyük sanayi kampüsü derken hep yeni ve heyecan veren işlerle haşır neşir oluyoruz. Şu anda da projelendirmeye başladığımız, kaynağından itibaren tarımsal ve hayvansal organik üretim yapıp, endüstriyel üretim zincirinde de organik olmayı başaran tamamıyla yeşil bir gıda tesisi projesi de yeni heyecanımız. Zaten tüm motivasyon ve enerji kaynağımız da bu heyecanlar.

iF Design Awards ödülü aldığınız projenizin tasarım sürecinden bahseder misiniz?

Z. K. : ICI Fabrika ve Yönetim Binası Tuzla’da, Kimyacılar OSB içerisinde ve Tem yoluna cepheli olacak şekilde konumlanmış bir yapı. Eski halıların yeni tasarımlarla geri kazandırıldığı ve yurt dışına odaklı üretim yapılan bir fabrika yapısı. ICI Fabrika ve Yönetim Binası’nın dünya genelinde pek çok tasarımcının özel halı tasarımı projelerinin hayata geçirilebilmesi için davet edileceği AR-GE hizmeti de verecek bir yapı olmasını amaçladık. Dolayısıyla tasarım ve detay kalitesinin yüksek olması da konan kriterler arasındaydı. Ofis, yönetim ve misafir ağırlama ortamlarına yüksek tempolu üretim bölümünden erişimin, ses ve görüntü olarak izole edilerek sağlanması da dikkate aldığımız bir veriydi. Çok katlı üretim yapısının arazi eğimlerinden yararlanılarak, en üst kattaki showroom hariç tüm katlarına araç yanaşabilmesi önemli bir kazanım oldu. En üst katta oluşturduğumuz çatı bahçesi içerisinde konumlanan yönetim katı, körfez manzarasına hakim olacak şekilde yerleştirildi. Projeye, kaba yapısı tamamlandıktan sonra, yönetmelikte meydana gelen değişiklikten dolayı bir kat daha yapma hakkı kazanıldı. Bu hakkın kullanılması isteği sonucu olarak, binanın çizgilerini bozmamak adına kontrast bir yaklaşımla çatıya elips formlu bir kat ilave ettik. Geri kalan alanları da yeşil bahçeler haline getirerek beklenmeyen bu gelişmeden bir avantaj sağladık. Merdiven ve asansör kulesini revize ederek de yeni katın diğer katlarla bağlantısını sağladık. Doğal ışıktan maksimum faydalanmak, yağmur suyu ve gri suyun geri kazanımı, atık yönetimi, enerji verimliliği, doğadan da faydalanılarak çalışma konfor ve verimliliğinin sağlanması, çevresine örnek olacak mutlu bir bina yapmak ulaşmaya çalıştığımız tasarım kriterleriydi.

Ofisinizin ‘Yeşil Tasarım’ a bakışı nasıl?  Uyguladığınız projelerinizde araştırma ve geliştirmeye yönelik çalışmalar yapıyor musunuz?

Z. K. : Yeşil bina fikri, talep edilsin veya edilmesin zaten çok uzun yıllardır uygulamaya çalıştığımız bir yaklaşım. Yapmaya çalıştığımız her yapı, aslında doğadan bir parça koparıyor. Biz de koyabildiğimiz kadarını geri koymaya çalışıyoruz. ICI Fabrika ve Yönetim Binası’nda da olduğu gibi bazıları belgelendiriliyor.

Son olarak ‘Kent’ kavramı sizin için ne ifade ediyor? Kent dokusunun oluşturulması ve korunması açısından Türkiye’deki durumu nasıl değerlendiriyorsunuz? Bu iş burada doğru yapılabiliyor mu? Bu konuda bir mimarın üzerine düşen sorumluluklar nelerdir?

Z. K. : Kent; coğrafi konumu, iklimi, kıyısı, ormanı gibi fiziki şartlara bağlı gibi gözükse de en çok içinde yaşayan insanlarla bütünleşen bir organizma. Bu, insanların kültürü, yaşam tarzı ve ihtiyaçlarıyla şekillenir. Katman katmandır. Her katmanında yaşamlar, tarih ve anılar vardır. Dolayısıyla nevi şahsına özeldir. Ruhlu ya da ruhsuz oluşu da, yaşama veya kaçma isteği oluşturması da bununla alakalı.

Başta büyük kentler olmak üzere ülkemizde; oluşmuş dokuyu, şahsiyetini göz ardı eden, dayatmacı, geçmişini hiçe sayan, modernist bir anlayış hakim. Mega yapılaşmalarla toplumun alışveriş alışkanlıklarından, eğlence anlayışına,  yeme alışkanlıklarından, seyahat biçimine kadartektipleştirilmiş, benzetilmiş, biraz da klonlanmış kentler üretmekteyiz. Oysaki çok kısa bir tarih öncesinde bile bu kentlerin yaşamları şimdikinden çok farklıydı. Bu eleştiri; yeniliklere ve gelişime, çağın gereklerine kapalı anlayışı savunmak değil, kendini reddederek, kendileştiremeden bu değişime maruz kalmak üzerine.

Bu ölçekte mimarın tek başına gücünün yetemeyeceği de açık. O mimarın ve mensup olduğu toplumun  kültürel bakışının, eğitim seviyesinin, sanat anlayışının ve derinliğinin artırılmasıyla, kentlilik bilincinin ve toplumsal bütünlüğün sağlanmasıyla ancak sonuç alınabilir.

Yorum Bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.