Avcı Architects | “Sürdürülebilir tasarım bir trend değil, kaçınılmaz bir sonuçtur”

1 12.742

avciarchitects_arkitera_allteam

Öncelikle kendinizden ve Avcı Architects’in kuruluş hikayesinden bahsedebilir misiniz? Mimarlık serüveniniz nasıl başladı ve nasıl şekillenerek bugüne geldi?

S.A. : Ailemde benden başka mimar yok. Babam Jeomorfolog’tu, haritacılıkta uzmanlaşmıştı ve üniversiteden sonra araştırma yapmak için yurtdışına çıkmaya karar vermişti. İlk olarak Rotring marka rapidolarla babam sayesinde tanışmıştım. Bir süre babamın master yapmaya gittiği Hollanda’da yaşadık. Ardından Türkiye’ye döndük. Ben ortaokulu bitirmeden babamın doktorası için İngiltere’ye yerleştik. Annemle babam ben 15 yaşındayken İngiltere’den ayrılıp Afrika’ya yerleşmeye karar verdiler. Ben çocuk yaşta olduğum halde daha stabil bir hayatı ve İngiltere’de kalmayı tercih ettim. Lisede babamın da yönlendirmesiyle fizik, matematik, mühendislik bilimleri eğitimi aldım. Mühendislik bilimleri, mühendisliğin her boyutunu ele alan bir eğitimdi. Makine tasarımları, dolayısıyla tasarımla da ilk defa orada tanıştım.

İngiltere’de 1984 senesinde Bath Üniversitesi’nden mezun olduktan sonra bir süre Arup Associates’de çalışıp 1988’de kendi ofisimi açmaya karar verdim. Staj dönemimde Feilden Clegg Bradley Studio’da çalışmıştım. Beni iş hayatına hazır hale getiren bu iki tecrübeydi. Kendi ofisimizle yarışmalar kazanarak ve erken başarılar elde ederek İngiltere’de ismimizi duyurmayı başardık. Ardından Markus Lehto ile birlikte yatırım danışmanlığı konusunda hizmet veren Urbanista’yı kurduk. 2008 yılında ekonomik kriz tüm Avrupa’yı etkisi altına alınca Avrupa’daki projelerimiz durdu. O nedenle Londra’da bulunan ofisi küçültmeye karar verdik ve krizden çok fazla etkilenmeyen Türkiye çalışmalarımızı yoğunlaştırdık. Projeleri İstanbul’dan, gayrimenkul ve yatırım işlerini de Londra’dan yürütmeye başladık. Avcı Architects çeşitli safhalardan geçerek bugünkü halini aldı diyebilirim.

Londra’da eğitim sürecinizi tamamladıktan sonra orada kalıp çalışarak, ilk ofisinizi orada açmayı tercih ettiniz. Bu tercihinizin özel bir sebebi var mıydı? Yurt dışında okumak, çalışmak mimari hayatınızı ve kariyerinizi sizce nasıl etkiledi?

S.A. : Bugün sahip olduğum mimari duyarlılıklar aldığım eğitimle ve yurtdışında edindiğim deneyimlerle biçimlendi. Bath Üniversitesi’nde genelden farklı olarak benim bugünkü mimari varoluşuma temel sağlayan bir ortam vardı. Mimarlıkla mühendisliğin birlikte okunduğu, entegre tasarım anlayışı üzerine kurulu olan ve İngiltere’de ve dünyada ilk denebilecek bir sistemdi. Buro Happold’un kurucusu Ted Happold hocalarımızdan biriydi.  Prof. Michael Brawn da Mimarlık Bölüm Başkanı’ydı. Mimarlarla mühendislerin paralel okumalar yapmasını öneren bu bölüme mühendislikten girerek zaman içinde mimarlıkta kendimi ispatladım ve mimarlık bölümüne geçtim. Bu bölümden mezun olan insanlar şu anda entegre tasarımın tüm dünyada öncülüğünü yapıyorlar. Sürdürülebilirlik konusunda danışmanlık hizmeti veren Atelier Ten’in kurucusu Patrick Bellew oradan yakın arkadaşım.

Mimarlığı mühendislik açısından düşünme zorunluluğu ekolojik yaklaşımın ve enerji verimliliğinin önemli bir faktör olduğunu benimseyerek eğitim almamızı sağladı. Bugün tüm projelerimizde kurmaya çalıştığımız ekolojik, ekonomik ve etik dengenin temelleri aslında o yıllara kadar uzanıyor. O zamanlar bu anlayışı biz “Genius Loci” olarak adlandırıyorduk. Genius Loci, ‘yere göre tasarlamak’ anlamına geliyor.  Yerin karakteristiğini benimseyerek ona göre tasarlamak… Bu anlayış, enerjiyle ve ekolojiyle ilgili değerlerle bir araya gelince sürdürülebilir mimari kaçınılmaz bir hale geldi. Benim kişisel olarak da bu konuya büyük ilgim vardı. Okul bittikten sonra hep bu tür pratikleri aramaya başladım. Daha sonra çalıştığım şirketler olan Feilden Clegg Bradley (o zamanki adıyla Architecture Shop), Arup Associates ve Energy Conscious Design’da edindiğim deneyimler de birikimlerime katkıda bulundu.

selcuk-avci

Meslek seçiminizden önce ya da daha sonra başka bir meslek düşünceniz hiç oldu mu? Selçuk Avcı mimar olmasa ne olurdu?

S.A. : Üniversiteye önce elektrik ve elektronik mühendisliği okumak üzere girdim. Kısa süre içinde yanlış bir ortamda olduğumu fark ettim. Artık öyle değil, ama o sıralar mühendislik eğitimi hala yaratıcılığın sınırlı olduğu bir daldı.  Ve ben daha yaratıcı bir işle uğraşmak istediğimi anladım ve mimarlık bölümüne geçmeye karar verdim. Şu anki hissiyatımla mimar olmanın dışında tutku ile yapabileceğim başka bir iş seçme şansım olsa caz saksafon sanatçısı olmayı isterdim.

İlk aldığınız işten bahsedebilir misiniz? İşi nasıl aldınız ve süreci nasıl yönettiniz?

S.A. : Villa Nirala… 1991’de Architectural Association’da hocalık yaptığım senelerde oluşan hoca/öğrenci ilişkisinden doğan bir bina. Bengaldeşli Khaled Noman, Abu Dhabi’de yaşayan bankacı amcası Aref Karim’in, eşinin hastalığı nedeniyle Londra’ya yerleşmeye karar verdiğini ve benden yardım istediğini söyledi. Arazi bulma işlemleri uzar da uzar ve sonuçta Khaled Amerika’ya yerleşince, iş tamamen bana kalır.

Londra’yı kuzeyden güneye dolaşırken muhteşem St. George’s Hill’i buluruz. Aref’i ikna etmek hiç de zor olmaz. St. George’s Hill’in tarihi geçmişi dışında, Ringo Starr ve Mick Jagger gibi ünlü müzisyenlerin bir dönem buraya yerleşmiş olması ilgimizi çekmedi değil! Ama mekânın en karakteristik özelliği, 100 yıllık bir golf kulübü arazisinin içine kurulmuş olması ve çok nitelikli bir tenis kulübünün de aynı site içinde yer almasıydı. Proje alanını seçtikten sonra, bu arsa ortaya çıkıncaya kadar aylar hatta seneler geçti. Ve sonuçta içinde 1970’lerde yapılmış kötü bir ev olan, yaklaşık 5.000 metrekarelik bu parsel satın alındı.

St. Georges Hill’in en ilginç tarafı, kendi çapında küçük bir memleket gibi anayasası olan muhafazakar bir ortam olmasıydı. Burada, ne kadar kötü olursa olsun mevcut bir binayı yıkıp yeniden yapmak o kadar kolay değildi. Dolayısıyla ilk niyetimiz mevcut evi sağlamlaştırıp yenilemekti. Fakat zaman geçtikçe kapalı alanı 600 m2 olan mevcut evin yetersiz olduğunu ve bunu yıkıp yeniden yapmamız gerektiğini fark ettik. Neticede mevcut evin dış görünümünü ve şemasını aşırı derecede değiştirmeme yönünde bir karar aldık. Ama sonuçta havuzun beton tankının dışında her şeyi yıkıp yeniden yaptık.

Bu işin en zevkli yanı Aref Karim’in de bizim gibi minimalist olması ve ne yapmak istersek bize sonsuz destek vermesiydi. Amacımız, evi bir sanat galerisi gibi düşünerek, doğal ışıktan maksimum derecede faydalanan, detayları ise minimize eden bembeyaz bir mekan yaratmaktı. En zevksiz yanı ise, müteahhidin iş ortasında iflas etmesiydi. O noktadan sonra Aref Karim işi bizim bitirmemizi istedi ve bu vesileyle pek istemesek de inşaat süreciyle birebir tanışmış olduk. Bu yüzden yapım süreci biraz uzadı.

Arazinin bizi karşı karşıya bıraktığı enteresan problematiklerden birisi, arka bahçesinde sürekli su birikintisi oluşan eğimli bir parsel olmasıydı. Bu problemi avantaja dönüştürerek arka bahçenin eğimli noktasının bitişinden itibaren havuzlar yapıp bu doğal su akışını peyzajın önemli bir çıkış noktası haline getirdik. Su birikerek havuzcuklar oluşturuyor, yağmur nedeniyle taştığı zaman da evin altından geçip parselin diğer tarafındaki havuzu doldurarak yolunu bulup aşağıya akıyordu.

Nispeten çileli günler yaşatan bir süreç olsa da Nirala, zarifliği ve idealistik minimalizmi ile bize önemli bir tecrübe kazandırdı.

avci_nirala_livingroom2 facade_dsc_0066-flat avci_nirala_livingroom4

Yurtdışında tecrübeler edinirken Türkiye’deki mimarlık ortamı uzaktan nasıl görünüyordu?

S.A. : Türkiye’ye sık sık gidip gelemiyordum. Mimarlıkla ilgili gelişmeleri daha çok dergilerden takip edebiliyordum. Türkiye’de tanıdığım ilk mimar Can Çinici’dir. Emre Arolat, Nevzat Sayın adını duyduğum mimarlardı. Ancak Türkiye’de mimarlık postmodernizmin eşiğinde pek fazla ileri gidemiyordu. Buradaki ekonomik seviyeyi de algıladığım için mesleki tırmanışa burada başlamanın çok verimli olmayacağını görebiliyordum.  O yıllarda uluslararası pek çok yarışmaya proje gönderiyorduk. Arredamento, Tasarım gibi dergiler benim yarışma projelerime yer vermeye başladılar. Dolayısıyla buradaki mimarlar da benim işlerimi görmeye başladı. Hiç unutmam, Nevzat Sayın’la yüz yüze karşılaştığımızda bana söylediği ilk şey “Demek ki o güzel binaları tasarlayan adam senmişsin” oldu.

Türkiye’de bir ofis açmaya nasıl karar verdiniz?

S.A. : 2001 senesinde askerliğimi yapmak üzere Türkiye’ ye geldim ve mecburen bir ay kaldım. Ardından İstanbul’da bir konferansa davet edildim. Orada bir konuşma yaptım ve bir anda piyasanın içine daldım. İnsanlarla tanışmaya başladım. Sonradan ortak olarak Urbanista şirketini kurduğumuz Markus Lehto ile, kendisi o yıllarda Kanyon’un Genel Müdürü iken tanıştım. Türkiye’de mimarlık sektörünün hareketlendiği yıllardı. Özellikle de Kanyon projesi gerçekten de fark yaratan bir eşik noktasıydı.

Bense o yıllarda Budapeşte, Floransa gibi Avrupa kentlerinde yatırımcı şirketlerle çalışıyor, mimarlığın yanı sıra onlara ticari açıdan da danışmanlık yapıyordum. Bunu bir artı değer olarak tanımlayıp bir şirket kurmaya karar verdim. Markus Lehto ile birlikte mal sahiplerine yatırımları konusunda vizyon belirlemek ve yön vermek için Urban ve İstanbul kelimelerinden esinlenerek Urbanista’yı kurduk.

2008 yılında ekonomik kriz tüm Avrupa’yı etkisi altına alınca Avrupa’daki projelerimiz durdu. O nedenle Londra’daki ofisi küçültmeye karar verdik ve krizden çok fazla yara almayan Türkiye’de çalışmalarımızı yoğunlaştırdık. Projeleri İstanbul’dan, gayrimenkul ve yatırım işlerini de Londra’dan yürütmeye başladık. Türkiye’de 2009 senesinde TOKİ’nin organize ettiği Kayabaşı Yerleşkesi Mimari Proje Yarışması’nı kazandık. Ardından Türkiye Müteahhitler Birliği yarışmasını kazandık ve Türkiye’de inşa edilen ilk binamız o oldu.

Ofisinizin tasarım felsefesi hakkında neler söylemek istersiniz? Projeyi şekillendirirken temel aldığınız unsurlar nelerdir?

S.A. : Ofis olarak ilk günden bu yana tasarım ve kavram kalitesindeki ısrarcılığımızdan hiçbir zaman ödün vermedik. Bizim için tasarım bir katmanlandırma sürecidir. Bir çözümün ortaya çıkışı projeyi saran konuların anlaşılması ve bunlarla yakınlık kurulmasına dayanmaktadır. Basmakalıp çözümlerden kaçınarak meselenin DNA’sına inmeye çalışıyoruz. Bizi heyecanlandıran bu husustur.

Günümüzde birçok mimar ve mühendis farklı ve nitelikli özellikler için çalışıyorlar. Fakat çalışma biçimleri ya da alışkanlıkları dikkate alındığında, belki de %5-%10 gibi bir aralıktaki mimar – mühendis, bizi ilgilendiren yaklaşımla çalışıyor; bu yaklaşımın tarifi de sanırım “holistik” ya da bütünleşik tasarım… Türkiye için de çok önemli bir konu olduğunu düşündüğümüz bütünleşik tasarım teknik, sanatsal ve yapısal her bilgiyi bir araya getiren, çok yönlü bir düşünce tarzını ifade ediyor. Michelangelo, Mimar Sinan, Leonardo da Vinci gibi ustalar aslında bütünleşik tasarım yapıyorlardı. Bu tür isimlerin çağımızda benzerleri yok, çünkü yapı artık geçmişle kıyaslanamayacak kadar komplike bir konu. Bir binanın mekaniği, elektriği, teknolojisi, aydınlatma tasarımı gibi bir sürü farklı boyutu var. Tüm bu alanlardaki bilgiye tek bir kişinin aynı seviyede hakim olması ve yaratıcı olabilmesi imkansız bir durum. Bu konularda en iyiyi yapan insanların, bir araya gelerek ekip olmaları ve birlikte kafa yormaları gerekiyor.

Ekip yapınızdan bahsedebilir misiniz? Toplamda kaç kişilik bir ekibiniz var? İş bölümünü neye göre belirliyorsunuz?

S.A. : Avcı Architects’te daima tek bir ülke yerine dünyada yer aldığımızı düşündük. Stüdyolarımız tasarımcıların bir araya gelişindeki ve tasarım yaklaşımlarındaki bu çoklu kültür faktörünün avantajını elinde bulunduruyor. Tasarım felsefemiz kapsamlı bir düşünce sürecine dayalı ve fırsat bulundukça dünyanın en iyi icracı ve düşünürleriyle olan ilişkilerimizi projelerimize yansıtıyoruz. Projelerimiz için mümkün olan en iyi ekipleri oluşturabilmek için kendi kadromuzun ötesinde kreatif olarak uluslararası uzmanları bir araya getirme deneyimine sahibiz.

Avcı Architects sürdürülebilirlik uzmanlarının yanı sıra mimarlar, grafik tasarımcılar ve iç mimarlardan oluşuyor. Mühendislik tasarımı ek bir hizmet olarak sunulmuş olmakla birlikte biz tüm projelerimizde dünyanın en iyi mühendislerinin katkılarını da tasarım gücümüze ekliyoruz.

Tasarımlarınızda kullanmaktan en çok keyif aldığınız malzeme hangisidir?

S.A. : Projelerimizde sürdürülebilir bir yaklaşım üzerinde durduğumuzdan dolayı olabildiğince doğal malzemeler kullanmayı istiyoruz. O nedenle doğal ahşap, brüt beton ve doğal taş diyebilirim.

Kent kavramı sizin için ne ifade ediyor? Kent dokusunun oluşturulması ve korunması açısından dünya genelindeki ve Türkiye’deki durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?

S.A. : Kent denince aklıma ağaçlı bulvarlardan, kent meydanlarından ve hayatın tadını çıkaran insan kalabalıklarıyla dolu parklardan oluşan manzaralara sahip, güzel şehirlerin iç açıcı görüntüleri geliyor. Söz konusu İstanbul gibi bir şehir olduğunda, şehrin nehir vadilerinin yeniden hayata döndürüldüğünü, bu vadiler üzerine inşa edilen binaların yıkıldığını, şehrin içinden doğal şekliyle tekrar suların geçtiğini ve böylelikle ulu ağaçların büyüyerek köklerinin altında beton otoparklardan ziyade toprakla temas ettiklerini gözümün önüne getiriyorum.

İnsanların sokaklarında kolayca yürüdüğü, karbondioksit dumanları fışkırtan arabalara karşı ölüm kalım savaşı vermediği bir şehri gözümün önüne getiriyorum. Geleneklerine saygı duyan, hiç yaşanmamış bir tarihin taklitçi rekreasyonlarını yapmak yerine hali hazırdaki yapıları bütünsel bir şekilde yenileyerek tarihini yeniden keşfeden bir şehri gözümün önüne getiriyorum. İki kıtanın kesiştiği, eşi benzeri olmayan İstanbul gibi bir şehirde Boğaz boyunca kıyı kesimde bir uçtan bir uca yürümenin ve bisiklet sürmenin mümkün hale geldiğini, insanların bu mükemmel doğa harikasıyla etkileşim içinde olduğunu, İstanbullu’ların yeryüzündeki en güzel kaynağın kıyısında hayat bulan olağanüstü bir şehre ait olduklarını hissettiklerini gözümün önüne getiriyorum.  Ufuk çizgisindeki silüetlerin şiir yazmama ilham verdiği, güzelliğiyle içimi saran, geleceğinde söz hakkım olduğunu hissettiğim ve bu geleceği paylaştığım bir yere ait olma bahtiyarlığını bana hatırlatan bir şehri gözümün önüne getiriyorum.

Ancak bugün Galata’daki penceremden, şehrin Boğaz’ın diğer tarafında bulunan ufuk çizgisine baktığım zaman çok farklı bir resim görüyorum. Tıklım tıklım dolu, var olma mücadelesi veren ve hiç de parlak olmayan bir geleceğe doğru ilerleyen bir şehir görüyorum.

Zihnimde canlandırdığım ilk resim yüzyılın dönümünde, 2000 yılında belki bir ihtimaldi, ancak 15 yıl sonra bugün çok farklı bir durumdayız. Günümüzde kentsel dönüşüm irili ufaklı çok sayıda mahallenin ortasına dikilen 30 katlı yüksek binaları akla getiriyor. Bu mahallelerdeki hayatta kalma mücadelesi veren insanlar ise kendini dış dünyadan soyutlamış, etrafa kapalı konutlarda yaşayanlara seyirci kalıyor. Şehrin kültürüyle veya buraya ait olmanın hissettirdiği gururla alakası olmayan, ancak bu gerçeklikten uzak yaşayan bir avuç seçkinin kısa vadeli karlarına hizmet eden gelişmelerden dolayı şehrin kıt manzara kaynaklarının devamlı olarak tehdit altında olduğunu görüyoruz.

Bu dengeyi yeniden sağlamak için daha çok değil, daha az bina inşa etmemiz gerekiyor. Şehrin manzarasını yiyip bitiren çarpık kentleşmeyi ortadan kaldırmak ve bir zamanlar en sürdürülebilir manzaranın temel taşlarını oluşturan ve diğer pek çok millet tarafından gıpta edilen değerleri eski haline kavuşturmak zorundayız. Kentsel dönüşüm şehrin mevcut kaynaklarının yeniden canlandırılmasını ve insanların şehirlerini önümüzdeki yüzyıllar boyunca sürdürülecek bir şekilde kurarak ona sahip çıkmaları yönünde güçlendirilmelerini ifade etmelidir.

Aslında eski yapıların uygulanış şekillerine baktığımızda çevreden bağımsız değiller. Mesela Mardin evlerini incelediğimizde bunu çok net görebiliyoruz ancak günümüzde “sürdürülebilirlik” çok yeni bir kavram, trend olarak algılanıyor sanki, siz ne düşünüyorsunuz bu konuda? Sizce tasarım yaklaşımlarımızda yapı ve çevre arasındaki bağ hangi noktada, neden kopmak durumunda kaldı?

S.A. : Ne yazık ki sürdürülebilirliği geçici bir trend olarak algılayan mimar ve mühendisler olduğunu biliyoruz. Sürdürülebilirliğin birçok kişi tarafından güncel ve geçici bir moda ya da trend olarak algılanması tehlikeli bir durum. Bu algı ne yazık ki işverenleri de yanlış yönlendiriyor ve çoğu bunu sadece pazarlamanın bir boyutu olarak görüyorlar. Sürdürülebilir düşünce tarzı tabii ki bir trend değil, kaçınılmaz bir sonuç. Bununla bugün başa çıkamazsak, yarın artık çok geç olsa bile başa çıkmamız gerekecek. Küresel ısınmayla mücadelede mimarlara, mühendislere, şehir plancılarına ve en önemlisi de yönetmelikleri belirleyen devlet yetkililerine büyük sorumluluklar düşüyor. Bu kitlesel eğitimimiz ve anlayışımızla ilgili bir şey ve burada hem yerel hem de merkezi yönetimlerin rolleri çok önemli. Fakat politik arenada hiç kimse küresel ısınmayla mücadele üstüne konuşmuyor.

Son olarak bizimle yapmış olduğunuz projelerinizden bazılarını paylaşır mısınız?  Özellikle Leed Platinum sertifikası alan Türkiye Müteahhitler Birliği Merkez Binası projenizden ve Afrika’da bulunan ve içinde otel dahil birçok kompleksi ve farklı tasarım çözümlerini barındıran Kongo Kintele Kongre Merkezi projelerinizi sizden dinlemek isteriz

S.A. : Bölgenin iklim şartlarını derinden analiz etmeden ekolojik tasarım yapamazsınız. Dolayısıyla Ankara’yı bu anlamda çok iyi analiz ederek, o iklim şartlarında termal labirent sistemini kullandık. Bunun nedeni, yaz ortasında bile gece ve gündüz sıcaklıkları arasında büyük fark olmasıydı. Gündüz sıcaklığı 30-35 dereceye yükselirken gece sıcaklığı 15-18 derecelere düşüyor. Dolayısıyla gece düşen sıcaklık doğal yollardan elinizde olan ve kullanmanız gereken önemli bir kaynak. Labirent de bu kaynağı değerlendirmek için kurulmuş bir sistem. Termal labirentin ne olduğu ile ilgili olarak da, aslında ana fikrin çok eski devirlere, Roma mimarisine dayandığını söyleyebilirim. O dönemde yapılar tuğla duvarlar sayesinde yerden yükseltiliyor ve hava kanalları ile zeminden ısıtılıyorlardı. Türk hamamları da Roma mimarisinden esinlenerek şekillenmiştir. Termal labirentin çalışma yöntemi de buna benziyor. Labirent bir ısıl kütledir, beton ya da taş gibi ısıl yoğunluğu yüksek olan bir malzemeden yapılır. Yani termal labirent yaz aylarında düşük gece ısısını depolayarak gündüz yapının pasif olarak soğutulmasını, kışın ise toprak altının öz ısısının kullanılarak yapının pasif olarak  ısıtılmasını sağlıyor. Bu, tabii ki bulunduğunuz yerin doğal iklim şartları uygun olduğunda yapabileceğiniz bir sistem. Böylelikle Türkiye’de ilk kez termal labirent sistemini kullanarak standart binalara oranla yüzde 50 enerji tasarrufu sağlamış olduk.

10-avciarchitects-tmb-main-atrium 15-avciarchitects-tmb-exterior

Afrika Birliği zirvelerine ev sahipliği yapmak üzere tasarladığımız Kongo Kintele Kongre Merkezi’ni diğer projelerimizde de en önemli çıkış noktası olarak kabul ettiğimiz sürdürülebilirlik kriterlerine uygun olarak, içinde bulunduğu coğrafi, iklimsel ve kültürel bağlamla uyum içerisinde tasarladık. Kongre salonu, başkanlık salonu, yemek salonu ve 1000 kişilik meydanı avlularla birbirinden ayrılacak şekilde sıra halinde dizilerek her birime, bu öğeler arasında bağlantı işlevi gören, üstü kapalı sıra sütunların oluşturduğu bir kolonad üzerinden erişim sağlamış olduk. Oteli ise halka açık olan bu kordondan daha yukarıda konumlandırarak hem daha iyi bir nehir manzarası sağladık, hem de alanın halka açık kısımları ile özel işleve sahip kısımlarının birbirinden ayrılmasını amaçladık. Projenin yapımında kullanılan malzemeleri seçerken inşaatın süratle tamamlanmasını sağlayacak modern inşaat ve giydirme malzemeleri kullanmaya gayret ettik. Bu nedenle, esasen daha maliyet etkin bir seçenek olmasına rağmen beton çerçeve yerine çelik, blok ve tuğla işi; masif giydirme elemanları için de alüminyum panel kaplama gibi taşınması daha kolay, daha hafif malzeme kullanımına yöneldik. Büyük kütleleri öne çıkarmak için, lazer kesim tekniği ile kıtanın geleneksel desenlerinden esinlenerek geliştirdiğimiz Kongo’ya özgü geometrik desenlerle bezenen binalar ve bulundukları ortam arasında bağ kuran bir dizi perfore giydirme elemanı kullandık. Aynı desenlere, zemin desenleri ve iç mekanları birbirinden ayırmak için kullanılan paneller gibi iç mekan elemanlarında ve ayrıca güneş kırıcılar ile içerisi ve dışarısı arasında mahremiyet sağlayan dış duvar elemanlarında yer verdik.

avciarchitects_brazzaville_10

4-balance-giris5-balance-ic-sokak 7-balance-arabahce

Yorum Bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.