SGB Mimarlık: “Mimarlık Aracılığıyla İnsanlık Adına Çözüm Üretebiliyorsunuz.”

Aviled Mimarım sponsorluğunda bu hafta SGB Mimarlık Ofisinin kurucusu Mimar Seçkin Sezer BAYDAR'ın Çankaya'daki ofisine konuk olduk ve çok keyifli bir söyleşi gerçekleştirdik.

0 4.097

Seçkin Hanım, mimarlık mesleğini tercih etme sürecinizi bizimle paylaşır mısınız?

S.S.B. : ODTÜ Mimarlık Fakültesi 1987 yılı girişliyim. O yıllarda meslek seçiminin planlanıp, bilinçlice seçildiği yıllarda değildik. 87 yılının Türkiye’sinde, o nesilden olan herkes bu konuda benim kadar bilinçsizdi, diye düşünüyorum. Bu kelimeyi özellikle kullanıyorum çünkü gerçekten çok bilinçsizdim. Fakülteye başladığımda 16 yaşında idim. O dönem her anne-baba çocuğunun doktor, mühendis veya mimar olmasını isterdi. Belli başlı meslekler vardı, şuanda bu, kırılmış durumda. İzmir’de burslu olarak kolejde okudum. O yıllarda İzmir’de İngilizce eğitim veren bir üniversite olmaması, dil eğitimine önem verenleri ODTÜ veya Boğaziçi Üniversitesi’ ne yönlendiriyordu. Kuzenim o yıllarda ODTÜ makine mühendisliğinde öğrenciydi. ODTÜ Mimarlık Bölümünü o tavsiye etti diyebilirim.  Mimarlık deyince yaratıcılık akla geliyor, bu, ilk etapta bana güzel gelen bir çağrışım oldu. Tıp veya endüstri mühendisliği mi derken kendimi mimarlıkta buldum.

ODTÜ Mimarlık Bölümüne bilinçsizce geldim. Yaşım küçük olduğu için ailemin de çevreye alışır düşüncesi ile İngilizce seviyem iyi olduğu halde, bir yıl hazırlık okudum. Kampüsü çok sevdim. O küçük yaşta bir aile gibi kucakladı beni ve derken 1. sınıfa başladım. 1. sınıfta müthiş bir duayen olan Jale Erzen ile tanıştım. Fakat bocaladığımı, mimarlığı tercih ederken yanlış mı yaptım acaba diye düşündüğümü hatırladığım bir yıldır. Çok soyut kavramları öğretmeye çalışıyorlardı, sanatla tanışıyorsun, bunlar ilk etapta alışılması gereken bir süreç istiyor. Şimdi düşünüyorum da aslında temel tasarım eğitimi ne kadar keyifliymiş. Hayatta bazı öğretiler böyle oluyor. Faydalarını çok daha geç anlayıp, yıllar sonra aslında ne kadar önemliymiş diyoruz. Tam vazgeçmeyi düşünürken; Ankara’ da büyük bir mimarlık ofisi olan rahmetli Orhan Genç, Sayıştay Binası yarışmasını kazanmış ve kendisine yardımcı arıyordu. Onunla çalışmaya başladım ve mimarlık pratiğini çok sevdim. Sayıştay binasının ıslak hacimlerini yani tuvaletlerini çizerek mesleğe başladım. (gülüyor) O sene birinci sınıftan ikiye geçmiştim ve öğrencilikle meslek hayatını birlikte götürdüm. Öğrenciliğimi biraz uzatmayı göze alarak pratikle beraber devam edip ne yapacağıma karar vermek istedim. O yaşta bu kararı aldığıma şimdi şaşırıyorum, benim için çok doğru bir karar imiş çünkü çok ikilemde kalmıştım. İşin içinde oldukça daha çok sevdim, daha çok çalıştım. Sonrasında 4. sınıfta Abdi Güzer hocamla mezuniyet projesini yaptım ve mimarlığa âşık oldum. Sonrasında ise mücadele bekleyen bir hayat.

Mezun olduktan hemen sonra kendi proje ofisinizi açmak gibi bir kariyer planı yapmış mıydınız? Ofisinizin kuruluşundan bahseder misiniz?

S.S.B. : Ofis açmayı düşünmemiştim hatta bunun bir çeşit delilik olduğunu düşünmüştüm.(gülüyor) Bir ofis kurduğunuzda sadece mimarlık yapmıyorsunuz. Bir nevi tacir oluyorsunuz, sistemin gerçeklerini çok iyi anlayıp, o gerçeklerin arasında, mesleği doğru yapan, yanlış yapan, etik değerleri olan veya olmayanların arasında mücadele edip kendinize yer açmaya çalışıyorsunuz. Bu çok zor ve ağır bir şey. Bir mimarın bunu istemesi zaten mümkün değil fakat binanın hayata geçiş sürecinde bu gerçeklerin hepsi var.

Benim annem ve babam öğretmendi,  bir ofis veya iş potansiyeli devralmadım. Kendi çabamla, hem bilgi ve donanım adına hem de işin ticari yönünde bir yerlere gelmeye çalışıyordum. Mezun olduktan sonra sıkı bir şantiyeci olmuştum. Şantiyede çalıştığım süre boyunca projelerde yer alan hataları düzeltmekle çok uğraştım. Benim için ilginç olan bu deneyim, bana, detaylarda ve tasarımda uygulamaya yönelik bazı kararların doğru ya da yanlış olmasının ne kadar önemli olduğunu çok net gösterdi. Sonrasında çalıştığım müteahhitler dediler ki; ‘Seçkin hanım, bir dahaki projemizde biz sizinle sıfırdan çalışalım, belli ki bu hataları yaşamayacağız.’ İlk proje işim uygulamasını birlikte yürüttüğümüz bir müteahhitten gelmiştir bana. İlk işimden aldığım keyif ve haz çok farklı idi. O üretim tamamen bana ait oldu, yapılışını gördüm ve her aşamasını fotoğraflamıştım. Türkiye’de maalesef mimarlık şantiyeden uzak tutuluyor, sadece masa başında çizim yapacağınız bir meslek gibi algılanabiliyor, fakat hiç öyle değil aslında gerçekten şantiyeci de olmayı gerektiren bir meslek. Şirketi kurduğum zaman mimarlık, sanayi, inşaat gibi klasik bir isim değil de bu sebeple “yapı üretimi” demeyi tercih ettim. Çünkü bu çok kapsamlı bir süreç, yapı bu sürecin en sonunda yer alan bir ürün. En önemli aşama tasarım süreci fakat mimarlık yapı üretilene kadar sürecin her aşamasında var. Ve hatta yapı, yaşamın içine katıldıktan sonra da mimarlık devam ediyor.

Ofisimiz üç ortaklı olarak kurulmuştu. Ortaklık çok zor bir süreç, Türkiye’de daha zor bir süreç. Bunu denedik fakat sonradan tek başıma yola devam ettim. Bu tasarımlarda tek başına olma isteği değildi elbet. Burada danışmanlarımız ile birlikte biz şu anda yirmi beş kişilik bir ekibiz. Tasarım yalnız olamaz, tasarım denen eylem mutlaka ve mutlaka pek çok veriyi bölüp irdelerken ekip halinde olunması gereken bir süreçtir. Fakat ticari ortaklıklarda başka şeyler paylaşılınca bunu yürütmek kolay olamıyor. Tam 10 yıldır tek başıma ofisi yönetiyorum. Aslında tek başıma olmadığım için de bunu seviyorum. Bireysel yapılan mesleklerden hiçbirini yapamazmışım gibi geliyor. Galiba mimarlığı sevmem, insanı sevmekten geliyor.

Pratik hayatın yanında akademide Eğitmenlik süreciniz de devam ediyor, süreci anlatır mısınız?

S.S.B. : ODTÜ’ de mimarlık okurken hocam olan şu an Bölüm başkanlığı görevini yürüten Selahattin Önür Hocamızın da içinde bulunduğu ekip ve sevgili Doç. Dr. Emel Akın yıllar sonra çalışmalarımı izliyor ve beni kadrolarına davet ediyor. Bu benim için çok gurur verici bir çağrıydı. 3 yıldır bu sürecin içerisindeyim. İnsanın tecrübelerini aktardıkça oradan gelen başka verilerle beslendiğini gördüm. Boşaldıkça doluyorsunuz bir yer de. Mimarlığın en keyifli yanlarından biri aslında bu sürekli bir öğrenme ve dinamizm var.

Mimarlık mesleği ve kişinin karakteri konusuna nasıl bakıyorsunuz, sizin için bu meslekte olmazsa olmaz nedir?

S.S.B. : Öncelikle iletişim. Başarı bunun altında yatıyor. Farklı mimarlarla çalışıp sonra bizimle çalışan işverenimin söylediği bir cümle var ‘Biz sizinle çok güzel beyin fırtınası yapıyoruz.’ Bu çok önemli benim için. Bir mimarın, işverenin taleplerini sentezlemesi, anlamaya çalışması, beklentilerini mimari dile çevirebiliyor olması gerekiyor. Mimarın herkesten, örneğin şantiyedeki bekçiden öğreneceği çok şey var, onunla çay içerken ‘Burada hayat nasıl gidiyor?’ diye sorduğunuzda, o size mimarlık ile ile ilgili veriler veriyordur, mimarın bunu alması lazım. Bunların hepsi iletişim kurmaktan geçiyor. Ben iletişimin beni hep bir adım öteye götürdüğüne inanıyorum. Ofis olarak farkımız bu diyebilirim, iyi iletişim kuruyoruz, işverenimizin beklentilerini iyi anlıyoruz. İşverenin yaşamına ve hayallerine çok derin iniyoruz. Bazı işverenlerimiz mimarların bazı taleplere direk ‘olmaz’ deyişlerinden yakınıyorlar. Ben onlara diyorum ki ‘Ben size olmaz dersem eğer, gerekçeleri ile derim ve olmayacağına sizin de ikna olmanızı isterim.’ Eğer karşı taraf ikna oluyorsa veya olmazı olur yapan başka bir parametreyi bana söylediğinde benim fikrim değişebiliyorsa o zaman üretim birlikte keyifli oluyor. Tabi ki bu diyalogu her zaman sağlamak mümkün olmuyor. İşveren çok önemli. Bizlerin başarılı olması aslında bizlerin anlaşılabilir olması ile ortaya çıkabilen bir şey. Çünkü mimarlık kültürü bir toplumda ne kadar yerleşirse biz o kadar doğru işler yapabiliyoruz. Asıl kritik nokta bu galiba. Mimarlık aslında yaşamın kendisinin içinden çıkan bir şey. Her bireyin mimarlığın içinde olduğunu düşünüyorum. Gecekondularımızı ele alacak olursak; eğimiyle, güneşi alması ile komşuya olan saygısı ile yapı üretiminde yer alan çoğu binadan daha duyarlı bir fikri barındırıyor. Üretilmiş pek çok yapının mimari değerleri ile onu karşılaştırdığımızda pek çoğunun yaşama çok daha duyarlı olduğunu görebiliriz. Çünkü kişi onu yaşamın içinden çıkarıyor. Ben nasıl yaşamak istiyorum sorusundan çıkartıyor. Uyandığımda gün doğduyla uyanayım diyor, yatak odasını doğuya çevirmeye çalışıyor. Diğer tarafta yapsat sürecinde ise girdiler çok farklı oluyor. Bunu öğrencilerime de anlatmaya çalışıyorum ‘Hangisinde mimarlık var?’, mimarlık duyarlı olmak demektir. Çünkü yaşamı şekillendiriyorsunuz.

Empati de duyarlılıkla ilintili, kilit bir kelime. Bunun ile ilgili bir örnek verecek olursam; pek çok konut projesini yaptığım bir müteahhit, doğuda, bedelsiz olarak büyük bir taziye evi yaptıracaktı. Projeye, kadınlar için tuvalet koymuştum ve buna gerek olmadığını, kadınların gelmediğini söyledi. Ben soruyla anlatmaya çalıştım, ‘Bir kadın milletvekili bu taziye evine gelmek durumunda kalsa almayacak mısınız?’  diye, alacaklarını söyledi tabi ve ikna oldu. Şuanda sanırım kadınlar da gidiyormuş. Benim bu anım yapıların yaşamı şekillendirdiğine dair bir örnek aslında.

Mesleki süreçte sabır da çok önemli. Arkamda bir mimar anne, baba veya bir başka güç olmadan bir yerlere gelebilmeye çalışmak, kurduğum ekibin tasarımda, detayda işine hâkim olması, onların amaca yönelik doğru çalışmasını sağlamak ve işlerdeki başarı ile bir adım yukarıya gitmek amacında, benim için en önemlisi sabır oldu. Yavaş yavaş oluyor çünkü. Ve bir süre sonra işvereni seçmeye başlayabiliyorsunuz. İşveren iyi değilse bir mimar hiç bir şey yapamaz. Beğenip beğenmemek diye bir jargon var ki bu beni çok rahatsız ediyor. Her yapıya mimarlar olarak mimari bir değer taşıyıp taşımadığını sorgulayarak bakarız, beğenip beğenmemek anlamında değil. İşverenlerde bu bilincin olması, oluşması ya da mimarın bu noktayı bir şekilde anlatması gerekiyor. En önemlisi işverenle iyi ekip olmak, işvereni iyi anlamak, beklentilerini iyi sentezlemek. ‘Bir bina yaptırmaya ihtiyacım var.’ diyerek gelen işveren buradan bambaşka hayallerle kalkıyor, ben bunu sağlayabilmeye bayılıyorum.(gülüyor) Mimarlık onun hayallerinin ötesini yapabilecek araçlara sahip, işveren bunu bilemeyebiliyor. Biz bunu beraber çıkarıyoruz; sabır ve duyarlılıkla iletişime geçerek.

Jemas Mühendislik Ofisi

Hem mimarlık hem de iç mimarlık projeleriniz var, bu durum nasıl ilerliyor?

S.S.B. : Mesleğe ilk başladığım yıllarda, maaşlı çalıştığım bir yerde, tek başıma bir mimar olarak, beş iç mimar ile beraber bir Genel müdürlük yapısının tasarımında çalışmıştım. Yapının tasarımının bir bütün olarak ele alınmak zorunda olduğunu gördüm, hatta bunu akademik çalışmalarımda da söylüyorum. Bir mimar yapının içinde önceden hayal edip bir iç mimara potansiyel bırakmadıysa iç mimar işi dekore etmenin ötesine gidemiyor, bu çok üzücü bir durum. Mimar kütlesel, hacimsel ve strüktürel anlamda iç mimariye potansiyel bırakmalıdır. Aslında her bina konuşuyor, hepsinin bir dili var ve bunun içeride de devam etmesi, bütünsel bir tasarım yaklaşımı ile mümkün. Ben kendi adıma tasarımın ilk süreçlerinde bu süreci başlatıyorum. Örneğin bir eskiz çalışmasında, bir galeri boşluğu tasarlıyorsam onun malzemelerini, bitişlerini düşünüyorum, detaylar bitirilip iş, iç mimari sürece geldiğinde de bunlar ortaya çıkarken daha doğru bir sonuca ulaşıyorum. İşveren talep ederse de mimarlık ve iç mimarlık hizmetini birlikte yürütüyorum. En keyif aldığım şey kendi yapılarımın iç mimarisini de tasarlamak. Başka bir iç mimar ile çalışılacaksa bence anlaşma baştan yapılmalı, ‘dışı bitti şimdi iç mimaride sıra’ gibi tasarımı durdurmak bana doğru gelmiyor. Bizim ekibimizde iç mimarlar da var ve biz tasarımlarda en baştan iç mimariyi de düşünüyoruz. Bir örnek ile anlatacak olursam; Jeoloji mühendisi iki arkadaşıma ofis tasarladım. Mevcut yaşadıkları mekana gittik, ne yaptıklarını inceledik, çok fazla evraklarının olduğunu ve çok fazla arşiv ihtiyaçlarının olduğunu gözlemledik. Buna çözüm üretmek için tasarladığımız yapının bir duvarı tamamen sağır tasarlandı. Ben o evrak çokluğunu ve dağınıklığı görmeseydim o duvar komple sağır tasarlanmayacaktı. Sağır duvarı üçüncü boyutta da komple arşiv sistemi olacak şekilde detaylandırdık ve binayı öyle konumlandırdık ki bu cepheyi kuzey cepheye getirdik. Bunu bana düşündüren iç mimarlarla çalışmış olmam ve en önemlisi o mekânda yaşam nasıl sürüyor sorusunun cevabını arayıp, bu soruya doğru cevaplar vermeye çalışmam diyebilirim.

İngiltere’ de düzenlenen “İnternational Property Awards” 2015-2016 yarışmasında ülkemizi başarı ile temsil ederek “Highly Commended” (Büyük Övgüyü Hak Eden Projeler) ödülünü aldınız, bize süreci ve sonrasını anlatabilir misiniz?

S.S.B. : Uluslararası ortamda olması yarışma süreçlerini daha farklı kılıyor, hele ki yarışmanın düzenlendiği ülke İngiltere olunca bu yarışma çok dikkatimi çekmişti. Kriterler olarak yapının yaşaması, sosyo-kültürel ve ekonomik düzlemde bulunduğu çevre ile ilişkilenmesi gerekiyordu ve bu süreci de içine alan bir yarışma idi. Ankara’da tasarladığımız Kardelenköy Villaları Projesi ile o yarışmaya girmeye karar verdim. Projenin sloganı Parmak İzi idi. İnsanları basmakalıp yerlerde yaşatmak, o insanların bireysel özelliklerine aykırı bir durum. Çok farklı iki insan, iki tane aynı tipte binada oturmak zorunda kalıyor, birinin yaşam şekli açık mutfaklı ve serbest bir düzen isterken diğerininki kapalı mutfaklı bir düzen olabiliyor. Biz tecrübelerimize dayanarak ve farklılıkları ortaya koymak için ufak bir anket yaptık. Anketi yaparken ‘Size bir ev yapacağız, nasıl yapalım?’ diye sormadık, doğrudan hayallerini ve yaşam tarzlarındaki beklentiyi sorduk. Verileri toparladık, aynı strüktürün içerisindeki tüm olasılıkları projelendirdik. Yarışmaya hazırlanmamız 4 ay sürdü. Bunu yurt dışına götürdüğümüzde merakla sonucu bekledik ve bir Fransız, bir Rus ve bir Türk olarak ödülü aldık, çok mutlu olduk. Proje yapıldı ve peyzaj çalışmaları devam ediyor. Kullanıcıları çok memnun oldu. Yaşamın içinden tüm detayları aslında orada düşündük, analiz ettik. Herhalde başarısı orada gizliydi o işin. Sonra da onlarla bir jüri üyeliği çalışması da yaptım. Benim için çok keyifli idi. Siyasi ve sosyal durumlardan dolayı bakış açısı biraz daha farklı, temsiliyet anlamında önemliydi. Sosyo-kültürel ortamlar yapıların dilini etkiliyor, kabul ediyorum ama bu ülkemizde iyi mimarlar olmadığı anlamına gelmiyor çünkü iyi işverenler olduğu sürece bu ülkede iyi mimarlar var ve bizim iyi işverenlere ihtiyacımız var aslında.

Peki, meslek hayatım boyunca mutlaka bir …(gökdelen, alışveriş merkezi, okul) tasarlamalıyım dediğiniz bir yapı var mıdır?

S.S.B. : Bu gerçekten benim için çok önemli. Ben bir cezaevi tasarlamak istiyorum. Hiçbir ticari beklentim olmadan bunu yapmayı çok isterdim. Çünkü mimarlığın yaşamı biçimlendirdiğini herhalde en iyi fark edebileceğimiz, topluma da en iyi gösterebileceğimiz yapılardan biri olduğunu düşünüyorum cezaevi yapılarının. Asıl amacının dışında orada insanca bir yaşam sunulması için mekânın çok argümanı var. Mimarlık eylemi cezaevleri için çok önemli. Ziyaretçi akışının, görüşme mekânlarının, şikâyet edilen verilerin mimarlıkla yok olabileceğini hayal ediyorum. İnsan suç işlemiş olabilir siyaset, kurallar, yasalar dışında, bir insanın sizin yarattığınız mekânda insanca yaşamasını sağlamak için mimar olarak çok şey söyleyebilirsiniz. Hem güvenliği sağlayıp hem ziyaretçi akışını sağlarken boş zamanlar için çok farklı mekânlar tasarlayabilirsiniz. Henüz kısmet olmadı ama daha 46 yaşındayım umarım olur.(gülüyor)

Tasarımcı bir mimar olarak tüm projeler binaya dönüşmemiş olabiliyor. Bu şekilde tasarladığınız, gerçekleşmeyen, gerçekleşmesini istediğiniz bir projeniz var mı?

S.S.B. : Bu konuya değindiğiniz için çok sevindim. Böyle bir projem var, bir konut projesi. Genelde işverenlerin ilk geldiğinde söyledikleri farklı olsun, hızlı yapılabilir olsun, sıra dışı olsun gibi taleplerle şekillendirdiğimiz bir proje idi. Böyle bir durumda bunun gerekçelerini anlayarak hareket etmek gerekiyor. Aslında bu noktada tasarımı da tasarlıyor olmanız gerekli. Projede katta tek daire çalışmıştık, ‘apartman içerisinde villa keyfi yaşanabilir mi?’, ‘komşu ile ortak bir duvar olmadan bir yaşam alanı oluşturulabilir miyiz?’ sorularından yola çıkmıştık. İnce uzun bir cam çubuğa tek tek konutları takarak sadece döşemeyi paylaştığınız, 3 cepheyi de size veren, aslında belki de herkesin bildiği dilde üç ayrı apartmanı yan yana getiren ama bunu çok gizli sağlayan özgün bir tasarımım olmuştu. Bir takım sebeplerle proje hayata geçemedi, içimde kalan bir projemdir. Bu projeyi alalım başka bir yerde uygulayalım mı gibi talepler geldi fakat bir mimar olarak en can sıkıcı soru olarak kabul ettiğim bir soru bu benim. Eminim her mimar da böyle düşünüyordur. Çünkü bir binayı yer, çevre, bağlam ilişkilerinden koparıp başka bir yere koyamazsınız. Bunu talep eden bir işveren kitlesinin olması asıl üzücü olan konu aslında. Burada mimarlık kültürünün topluma yerleşmesini çok arzuluyorsunuz. Bunun için sizlere ihtiyaç olduğunu düşünüyor ve bunu çok önemsiyorum.

Tasarımını yaptığınız işlerinizden en çok keyif alarak yaptığınız yapı grubu hangileridir?

S.S.B. : Okul tasarlamak en sevdiğim işlerden biri. İki tane okul projesi yaptım. Bir anne olarak okul sürecini kreş döneminden itibaren birebir de yaşadığım için, öğrenci, çocuk gözünün yanı sıra, veli yönünden de bakabilme şansım oldu. Çocukların kendilerini oraya ait ve ölçekli hissetmelerini sağlamak çok önemli bir konu. Çünkü özellikle küçük yaş grubunda okul onu korkutmamalı ve bunun mekânla ilişkisi doğrudan diyebilirim. Bir de kreş projesi var. Orada da farklı bir ihtiyaç olarak gördüğüm bir mekân kurguladık. Çocuk ve annenin vedalaştığı o anı kendi oğlumdan yaşadığım deneyimle hatırlayarak girişte ara bir mekân oluşturduk. Kreşte asıl mekânın dışında bir geçiş mekânı olması gerekiyor ki orada veliler çocuğu rehabilite ederek bırakabilsin. Yoksa karda, yağmurda parmaklıklara tutunup ağlayan çocuk manzaraları ortaya çıkabiliyor, oğlumla böyle bir sahne yaşamıştık. Oysa yapı ile çözülebilecek bir problem ve biz bu ihtiyaçları görmeliyiz. Böyle düşününce mesleği de seviyorsunuz, çünkü insanlık adına çözüm üretebiliyorsunuz, belki de bunu seviyorum ve meslek ile de bunu bütünleştiriyorum.

Proje sürecinde veya tüm bu süreçte en çok keyif aldığınız an veya anlar hangileridir?

S.S.B. : Proje sürecinde o değişebiliyor aslında fakat tasarım sürecinde bir ara işverenle senkronizasyon yakalanıyor. Bunu açıklamaya çalışayım; benim mimar olarak ‘Bunu yaptım, bunu gidip uygulayacaksın.’ durumu asla yapmamaya çalıştığım bir şey. O yapıyı hayata geçirme erki elinde olan kişi işveren. Ekonomik sürecin yanında o yapıyı elde etmek için kuracağı ekibin tüm elemanlarına o sürekli hâkim olacak. Bu süreci o yönetecek ve bu yönetimi yaparken aynı keyfi alıp aynı hassasiyetle yönetmesi için buradan çok mutlu ayrılması lazım. Projeyi benimsemesi ve ‘Mimarın çizdiği gibi birebir yapmalıyım.’ demesi lazım. Bunu demesi için benim kadar projeyi sahiplenmesi gerekiyor. Bu düşünceyle gittiğini hissettiğim an benim için en keyifli andır. Burada proje onun kafasında ilk geldiği şeklinden çok farklı çıkabiliyor şekil olarak, ama projeyi benim kadar sahipleniyor çünkü oradaki isteklerini fazlasıyla bulmuş oluyor. Sürecin içine dâhil olduğu için de süreci sindire sindire yaşıyor.

Bir de keyif aldığım bir an var ki bir işverenin bana gelişi ile ilgili; bir binayı görüp, içerisine girip ‘Bu binanın mimarı kim? Ben onunla çalışmak istiyorum.’ demiş ve o şekilde araştırıp bulup bana gelmiş. O an bu meslekte en keyif aldığım anlardandır. Çünkü biz mimarlığı mimarlar için yapmıyoruz. İnsanlar için yapıyoruz. Akademik ortamda genelde kurduğum bir cümledir. Mimarlar birbirini eleştirsin fakat kullanıcının eleştirmesi çok önemli, kullanıcıyı dinlemek çok önemli. Bu sebeple mimar; kullanıcıdan, insandan, toplumdan hiç uzaklaşmamalı. Bunun için de bizim gerçekten sizlere ve daha pek çok araca ihtiyacımız var.

Bir diğer an ise Zaha Hadid ile çalışma şansını yakalamamdır. Bunun için Alman, Japon ve Fransız teknik kontrolörlerden geçmemiz gerekiyordu, çok heyecanlandığım bir iş idi. Bakü’ye gittik, Zaha Hadid kendisi değil fakat ekibi oradaydı. Sistem detayında bir çelik halat indirip, bütün sistemi o halata bağlayarak tasarım çalışmalarımızı şekillendirdik ve çelik tonajını yüzde 60 oranında azaltmıştık. Bu sisteme hayran kaldılar, başka yerlerde de kullanmak istediler. Bu benim için özel bir andı. Sadece kendi adıma ve ekibimiz adına değil Türk mimar ve mühendisler adına da gurur duymuştum.

Kariyerini şekillendirme aşamasında olan genç mimar ve mimar adaylarına neler söylemek istersiniz?

S.S.B. : Öncelikle severek yapacakları işi yapsınlar.  Sonra da dik dursunlar, her zaman sancılı dönemler yaşayabilirler, teslimiyetçi değil, mesleğin doğrularını sürekli savunan bir yaklaşımda olarak, dik durmalarını diliyorum.

Çok keyifli bir sohbetti, bize vakit ayırdığınız ve değerli bilgilerinizi paylaştığınız için çok teşekkür ederiz.

S.S.B. : Ben de keyif aldım, çok teşekkür ederim.

Kardelenköy Konutları
Yaşamkent 132
Jemas Mühendislik
Yaşamkent 132

 

Yorum Bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.